Sayfalar

7 Aralık 2013 Cumartesi

prağ 2

gün charles köprüsü'nde başlıyor. her daim kalabalık olmasıyla ünlü bu köprü sabahın erken saatlerinde
neredeyse bomboş. sebepler ne olursa olsun, parlak güneşin altında beni derinden etkilemeyi başaramıyor. sıra sıra heykeller (hiçbiri orijinal değil, orijinalleri vysehrad'da mahzenlerin derinliklerinde, ki oraya da gidicez bekleyiniz :), uzun taş köprü, altında sakin nehir. her yandan manzara büyüleyici. bir yandan kaleye, petrin'e, kafka müzesine, öte yandan eski şehre bakakalıyorum.
(benim naçizane tavsiyem köprüye gün batarken de bir uğramanız, o tatlı gün ışığında ve tatlı ılık havada köprü şaşırtıcı biçimde huzurlu.. bir köşeye dayanıp şehre bakın, başka güzel görünecek gözünüze.)
ağır ağır köprüyü geçince eski şehir merkezine de ilk adımımı atmış oluyorum. birbirine yakın eski evler, dar sokaklar, biraz karmaşık, kalabalık.

dolana dolana eski şehir meydanı'na geliyorum, desen desen belediye binasını geçince, hemen köşesindeki astronomik saate de ulaşmış oluyorum. saat başlarında çalan astronomik saatin altı henüz çok kalabalık değil. eski şehir meydanı ise tıklım tıklım. turist kalabalığından çok tur satmaya çalışan tipler, "döviz bozdurmak istemiyor musun? hayır mı? hayır cevabını asla kabul etmiyorum, saatlerce ısrar edersem bence bin euro bozdurursun" diye yapışan adamlarla dolu. bir şehrin en turistik noktası aynı zamanda uzak durulması gereken tek yeri nasıl da oluyor!

saat başı yaklaşırken devasa turist grupları saygısızca insanları ite kaka saate yaklaşmaya başlıyor. kalabalıkla
birlikte, saatin tam karşısındaki alanda birkaç kafe, zaten dar olan yolu iyice darlaştırdığından saati izlemek neredeyse bir işkence oluyor. etrafımdakilere sinirlenmekten bu güzel saatin tadını çıkaramıyorum! baktıkça baktıkça saatin manasını da tam kavrayamıyorum daha da sinirleniyorum sonra.
sonra saat tamı vurunca başlıyor müzik, saatin içinden ünlü prag kuklaları geçiyor; iskelet tabiki ölümü, elinde ayna tutan figür tahmin edebileceğiniz gibi kibri, para keseli yahudi cimriliği, mandolin çalan osmanlı vatandaşı ise vur patlasın çal oynasıncılığı sembolize ediyor. yani saat diyor ki: "şişşt sen arkadaki! görüyorum orada kıkır kıkır gülüyosun, paradır puldur gezme tozmadır fani işlerle gününü gün ediyorsun da bak bu iş böyle olmaz, bu dünya geçici, sonunda ölüp gideceksin yanında da hiçbir şey götüremeyeceksin, haberin ola!"

31 Ekim 2013 Perşembe

profesyonelce

"anlatacaklarım size inanılmaz gibi gelebilir, oysa bütünüyle gerçek"


salon yine tıklım tıklım. ne bulacağımı biliyorum, 3. defa buradayım: 10 dakika sonra ışıklar kararıp, sahneden daktilo sesleri yükselecek ve o tanıdık, tatlı ama buruk his yükselecek içimden..
yetkin dikinciler ahenkli sesiyle konuşmaya başlayacak: "..annem teja derdi bana, bir de dostlarım.. dostlarım varken.." sonra bülent emin yarar girecek sahneye; eski bir dosta kavuşmanın sevinciyle yüzü kızaran yoldaş luka! bir elinde hatıralarla dolu bir koca bavul, diğer elinde unutulmuş bir geçmişi taşıyan evrak çantası.. sonra ne hayaller ne hayal kırıklıkları..

19 Ekim 2013 Cumartesi

prag, prague, praha: 1/2

kaleyi, malostranska tarafına inen uzuuun merdivenlerden terk ediyorum. gitmek istediğim ikinci yer kafka
müzesi. klarov caddesinden dümdüz aşağı indiğinizde nehre paralel giden ilk sokaktaki (cihelna) müzenin girişi 180 kron. ben nedense dibine kadar gelmişken bir son dakika kararıyla girmekten vazgeçtim. yalnız bahçede yer alan işeyen adam heykellerini görmeden geçmemenizi tavsiye ederim.

ve işte şimdi size bir sır: dünyanın en dar sokağı! kafka müzesinden çıkınca yolu sağa doğru takip ettiğinizde solunuzda göreceksiniz onu. bu sokak nehir kıyısında bir restorana iniyor, daha doğrusu restoran sayesinde burası artık bir çıkmaz sokak olmuş. sokağın bir başından girerken düğmeye basmanız gerekiyor, böylece yaya ışığı yolun dolu olduğunu göstermek için kırmızıya dönüyor, yol boş ise ışık tabiiki yeşil yanıyor. başka da bir numarası yok tabii :)

günün yorgunluğu beni yavaş yavaş ele geçirirken
sevgili prag gençliğine sevgimi artıran bir yere: john lennon duvarı'na gitmek istiyorum. burası lennon vurulduktan sonra praglı gençlerin lennon'a sevgi ve saygılarını ilettikleri bir anma duvarı. biraz karmaşık gibi görünen bir yolun sessiz sakin, ağaçlar altındaki huzurlu bir köşesinde duvar karşımda. (charles köprüsü kulesini kesen lazenska'dan girip, soldaki kiliseyi geçtiğinizde arka taraftaki meydan: velkoprevorske namesti) 80'lerden beri yazıla çizile lennon duvarı olmaktan biraz çıksa da hala anısına bir mum yanıyor yerde, bu da bana yetiyor.

7 Ekim 2013 Pazartesi

prag, prague, praha

her köşeden sivri kuleler tehditkar biçimde yükseliyor, heykeller eski ve aşınmış yollara düşen karanlık gölgelerin tek hakimi, nehir delicesine bir hızla önüne düşen ne varsa sürükleyip götürüyor, gözünüze bir an neşeli görünen bir şey bir diğer an içinizi sıkıyor; şehir akıyor, değişiyor ama bir yandan da tamamen aynı kalıyor. ve işte bu hal beni hayran bırakıyor.

prag belki rakipsiz bir şehir değil, belki muhteşem bir şehir bile değil ama kesin olan bir şey var ki insanı çarpıyor. aniden gelen bir tokat gibi hazırlıksız yakalıyor insanı, tepkiler birbirine karışıyor, insanın aklı allak bullak oluyor. önce "hayran mı olsam burun mu kıvırsam" diye düşünüyorsunuz, "bunun gibi başka şehirler de görmüştüm" diyorsunuz kendinize "yoksa görmemiş miydim?". bu şehir hem tüm diğer şehirler gibi hem de benzersiz. hem çok güzel hem çok eksik. bir an şaşırtıcı sonraki ansa.. tanıdık.

bu şehrin verdiği ilk his: deja-vu. daha önce buradaydınız, burada gibiydiniz, burada değil miydiniz?

insanın içinde yaşattığı o uzak diyar, işte, belki de prag'tır, bilemiyorum :)

1 Ekim 2013 Salı

doğum günü

"doğum gününe gelemem" diye yazıyor tarla bülbülü minik arkadaşı rae'ye: "çünkü senin doğum günün yok; sen hep vardın, hiç doğmadın ve hiç ölmeyeceksin." ve görünmez bir yüzük ekliyor mektubuna, birbirini seven diğer insanlar arasında sonsuza dek el değişterecek sevgiden yapılmış bir yüzük. sonra sonu gelmeyen bir kutlamanın içinde buluşmak üzere veda ediyor arkadaşına.

bu sene biten eylülle gelmedi mektubum.

ve van gogh kardeşine yazıyor bir mektup, "insanı kendi içinde kapalı tutan, çevresine aşılmaz duvarlar ören şey nedir her zaman bilinemez, ama yine de birtakım parmaklıkların, kapalı kapıların, duvarların varlığını hissederiz" diyor önce, sonra soruyor "insanı bu esaretten kurtaran nedir bilir misin?" çok derin ve ciddi bir sevgidir elbet. "adeta sihirli bir güçle hapishanelerin kapısını açan işte budur. bu olmadı mı insan ömür boyu hapiste yaşıyor."

sanırım ben hapishanemde yaşayıp gidiyorum farkına bile varmadan. 

eylül bitip ekim ayı başlarken beni bambaşka bir ruh hali sarıyor: daha mutsuz, daha az sevecen. çünkü ekim demek, bir yaş daha yaşlanmak demek benim için. ve henüz hayatta istediğim, arzu ettiğim, elde etmeyi umduğum şeyleri yapabilmekten bu kadar uzakken bir yaş daha yaşlanmak bana haksızlık geliyor.

işte fırsat. yeni yaşım hepsinden daha kutlu olsun. bir yaşı daha boşa geçirmemeyi diliyorum mumlarımı üflerken.


teşekkürler. sevgiyle.






26 Eylül 2013 Perşembe

salzburg 2


meydanda büyük bir altın top, bu altın topun üzerinde dikilen bir adam, altında devasa bir satranç takımı. güneşten cayır cayır bu geniş meydanda hediyelik eşyalar satan tezgahlar sıra sıra dizilmiş. karşıda hohensalzburg şehrin her yerinde olduğu gibi burada da tepeden sizi izliyor. kendisine çıkan taş sokakta füniküler yolcularını beklemekte. füniküleri kullanarak kaleye çıkmak kalenin bileti de dahil 11 euro ve sizi temin ederim gördüğüm kaleler içinde parasını kuruşu kuruşuna hak eden tek kale.

finüküler yolcuğunu kısa sürede tamamlıyor ve sizi kalenin içine kadar götürüyor. isterseniz ve gözünüz yerse kaleye çıkan yolu yürüyebilirsiniz de (ortalama 20 dk, yokuş yukarı).
kalenin ilk manzarası muhteşem. ayaklar altında salzburg. sadece şehrin çatıları değil, gezilip görülecek her yer, her bir meydan, her bir kilise, her bir sokak, nehir, nehrin üstündeki köprülerden akıyormuş gibi görünen insanlar, şehrin etrafını saran yemyeşil dağlar, yeşilin içine kondurulmuş evler.. kalenin iç avlusuna çıkan merdivenlerin her basamağı ayrı bir manzara sunuyor. en son basamaksa serinliğe çıkıyor.  hemen sağda bir minik müze var; kuklalar. 1800'lerden bugüne gösterilerde kullanılmış kuklalar, büstler. bazıları öylece dururken bazıları bir hikayenin parçası olarak sergilenmiş. hareketli, müzikli minik minik gösteriler. öyle "ya bizde de böyle bişiler vardı yahu, koyalım dursunlar şurda" değil yani. yaşayan bir tarihin parçası olarak. hem sergilenişleri bakımından, hem seyirlik olmaları bakımından on üzerinden on.

14 Eylül 2013 Cumartesi

hep kendine çalışmak

ne kadar sorumsuz bir blog yazarıyım! bir süredir yazma isteğimi kaybetmiş idim, hayatımdaki diğer her şey gibi "yeağ şimdi zaten kim takıyor ki zaten beni" hissiyatında salzburg'un ikinci bölümünü bile yazmaya gitmedi elim. ilkinden bugüne hem çok az, hem de çok fazla şey oldu. ama bunlar hep bahane tabi. az da olsa kalbim kırılması diye merak edip okuyanınız var ise, işte gerekçem:

uzun upuzun kararsızlıklar, sınavı geçemiycem, beni zaten mülakattan geçirmezler, benim iş olmaz'lardan sonra işte burdayım: öğrencilik hayatıma geri döndüm.

4 senelik lisanstan sonra kör topal bürokrasisiyle ilerleyen sevgili okulumdan başka hiçbir yer kafamda yoktu. bir gönül bağı, bir alışkanlık, bir vazgeçememezlik hissettiğim açık. yds'den aldığım heves kıran puandan sonra yüksek lisansa kabul edilmem için gerekecek dil puanını alamayacağıma kendimi büsbütün inandırmıştım da. lakin öyle olmadı. oldukça kolay olan sınavı, pek de iç açıcı olmayan bir puanla geçtim. mülakattansa,özellikle mülakattan çıktıktan sonra, geçemeyeceğime adım gibi emindim. şöyle ki:

23 Ağustos 2013 Cuma

salzburg

içinden nehir geçen bir şehrin kötü olma ihtimali var mı? salzburg zamanın durakladığı bir minik ütopya gibi.
kuş sesleri ve temiz hava. rüzgar esmiyor, arabalar sessizce süzülüp gidiyor geniş caddelerden, belki şehrin kendisi yemyeşil değil ama ansızın bir orman bölüyor yürüyüşü uzakta tepelerden, nehir çamurdan akıyor ama masmavi bir denize ve ötesindeki dağlara bakar gibi dalıp gidiyor insan. sanki herkes uykuya dalmış da bir ben dolaşıyorum sokaklarda ve caddelerde: kalabalığa inanamıyor gözlerim, çıt çıkmıyor koca şehirde.

haziran. sıcak, şehri kaz tüyü bir mont gibi sımsıkı sarmış. meydanlardaki termometreler öğlen saatlerine doğru 38 dereceyi gösteriyor, dağlardan doğru bir rüzgar eser de sıcağı dağıtır belki diye bekliyor insan ama boşuna: yaprak dahi kıpırdamıyor, gökyüzünde tek bir beyaz bulut yok.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

meraklısı için: orta avrupa yeme içme kalma 102

bratislava'da yemek
salzburg'daki hostelim yoho, şehir merkezine 1.5 km, tren istasyonuna, markete (pazar hariç her gün 19 kapanış) ve muhteşem mirabelgarten'a birkaç yüz metre uzaklıkta sessiz sakin ama güvenli bir sokakta, bahçe içinde üç katlı sarı bir bina idi.
merkezden yürüme işini biraz zahmetli bulsam da genel olarak her yere çok yakın olduğu için çok da memnun kaldım. bir diğer seçenek olan meininger merkeze çok daha uzak, ama institut st sebastian tamamen merkezi bir konumda (rezervasyon için kendi sitesinden mail yoluyla iletişim kurulması gerekiyor).

hostelin 2 sokak aşağısındaki huzurlu caddede birçok kafe, bar ve restoran var. gün batarken, tatlı tatlı esen rüzgarda, dağların ve yeşilin eşliğinde yemek
yemeyi en azından bir içki içmeyi unutmayınız. fiyatları ortalama. caddeyi sol yukarı doğru takip ederseniz birkaç güzel bira bahçesine denk geliceksiniz; sağ aşağı doğru takip ederseniz lonely planet tavsiyesi olan alter fox isimli yer de dahil (yemekler 10-14 euro) bir çok restorana  ulaşacaksınız. bu restoranların yer aldığı cadde linzer gasse, sakin, az turistik tatlı bir yer. caddeyi nehre doğru takip ettiğinizde sol taraftaki minik pastaneyi görmek için dikkat kesiliniz, ben yapış yapış tatlı hamuru sevmediğimden yüz vermedim ama hamur işi seven için güzel bir yer. manzaraya doyarken kahvaltı yapılabilecek güzel bir yer de nehir kıyısında adını hatırlamayı başaramadığım ama görünce haa burasıymış diyebileceğiniz cafe. (kahvaltı ortalama 8 euro).
bir yere oturmak yerine ayaküstü bir şeyler atıştırmak istiyorsanız minik büfeleri gözden kaçırmamaya çalışın,
tabi buralarda genel olarak domuz sosisi satılıyor, köri soslu bosna'yı tavsiye ederim.
benim şahsen keyif aldığım bir diğer yer ise salzburg üniversitesi bahçesindeki toscana cafe. şehrin merkezinde ama sanki şehrin dışında tadı veren self servis bir çay bahçesi burası.
son olarak  alterplatz'daki ünlü tomaselli'de yer bulabilirseniz fırsatı kaçırmayınız.
ünlü mozart çikolatası işine gelirseeek, tabiiki hediyelik eşya dükkanlarında pahalı, markette ucuzlar. çikolatadan başka hediyelik olarak alınabilecek özel bir şey yok.

18 Temmuz 2013 Perşembe

dedem.

küçükken şu kocaman barbie bebek evlerinden isterdim. banyosunda minik küveti, pencelerinde pembe panjurları, salonunda koltukları, minik minik makyaj malzemeleri, saç kurutma makineleri, mutfağında bulaşık makineleri vardı hani. ne kadar istesem de annem alamazdı: dedem yaptı. kendi elleriyle harcını kardığı, kapılarını pencelerini yaptığı, bahçesine çiçekler ektiği evin avlusunda yine kendi elleriyle yaptığı atölyesinde sadece benim için çatısını çaktı, odalarını dizdi, minik eşyalarını oydu kocaman aletleriyle ve elleriyle . benim ahşaptan tatlı ilkel barbie evim. birinin benim için uğraşarak didinerek özenerek yaptığı tek şey belkide oydu. sadece, ağlayan küçük bir kız çocuğunu gülümsetebilmek için.
beyaz tenli, kırmızı yanaklı, sessiz bir adamdı. pencere kenarına oturup bulmaca çözerdi, adem ve havva ile ilgili hikayeler anlatır ağlardı, bisikletine atlar tarlaya gider akşam olana kadar çalışırdı, kışlık takım elbiseleri hep üzerinde kasketi hep başında. 17 yaşındaki köpeği patraş'a artık  kendi kendine yemek yiyemediği için ekmeğini sütle ıslatır, elleriyle yedirirdi. dolaplar ve kapılar yapardı, üstlerine desenler oyardı, sonra onları masmavi boyardı.
yazları köyde yapacak bir şey yoktu ve benim en büyük zevkim dedemin çalışmasını izlemekti. ahşaptan çıkan talaşları süpürmeme izin verir, artan parçaları oynamam için bana verirdi. kuzenimle kümeste serçe yakalardık sonra avuçlarımız içinde kalbi korkuyla güm güm atan serçeleri eve götürür oraya hapsetmek isterdik, bizi azarlayıp dışarı bırakırdı kuşları. iyi kalpli bir insandı. çalışkandı.
15-16 yaşlarında köydeki zenginlerin koyunlarını otlatan bir çobanken annanemi görmüş, sevmiş, evlenmişler. sen oralarda yapamazsın, iş yapmayı beceremezsin diye gitmesi için yol parası vermeyenlere inat gitmiş, 30 sene almanya'da inşaatlarda marangozluk yapmış, minnacık bir odada bir başına yaşamış, kazandığı her kuruşu köye göndermiş, 30 yılın sonunda tarlaları, bağları ve bahçeleri olan zengin bir adam olarak geri dönmüş. ama kimseye kin gütmemiş, ekmeğini paylaşmış da yemiş. öyle yüreği açık ve art niyetsiz bir adamdı.
çocukluğumun bir parçası, şu yaşımın bir hatırası.
şimdi dedem yok. iyi bir insan bu dünyada yaşamıyor artık. umuyorum gökyüzünde bir yerlerde minnettarlığımızı ve sevgimizi duyabiliyor ve cennetin kapılarının onun için açılacağı günü ağlamaklı gülümseyişi ile huzur içinde bekliyordur. hoşçakal ve her şey için teşekkürler..

1 Temmuz 2013 Pazartesi

meraklısı için: orta avrupa ulaşım 101

yaklaşık 2 haftalık gezim salzburg-linz-prag-bratislava-viyana-salzburg şeklindeydi.
fakaat gezdiğim gördüğüm birbirinden güzel yerlere gelmeden önce şehir içi, şehirler arası hatta ülkeler arası ulaşım şekilleri ve fiyatlarıyla ilgili bilgiler tüm sevenleri için gelsin:

salzburg, genellikle viyana veya münih'ten günübirlik geziler için gelinen minik ama uzun zamanlar geçirilebilecek güzel ve huzurlu bir şehir. ama siz de benim gibi direkt buraya uçtuysanız mozart havalimanının önündeki duraktan 2 numaralı otobüs ile şehir merkezine gidebilirsiniz (tek yön 2.30 euro).

şehir içi ulaşım için herhangi bir şeye binmenize gerek yok, her yere yürüyerek gidebilirsiniz. ama illaki ayağım yere değmesin diyorsanız 5 euroya günlük bilet alıp her yere otobüsle gidebilirsiniz de.

salzburg'dan prag'a gitmek için iki seçeneğiniz var: westbahn+westbus veya student agency bus. yolculuk 7 saate yakın sürüyor.
bu konuda araştırmalar sonucu açıklayıcı bilgilere ulaşamadığım için tüm ayrıntıları anlatmak istiyorum, gidici değilseniz geçiniz:

30 Haziran 2013 Pazar

yollar, evren, avrupa ve bir özgür kuş.

yollara düşmeyi ne kadar severim bilirsiniz. tren olur, otobüs olur, uçak olur, tardis olur.. yeter ki beni bir yerden alıp başka bir yere götürecek bir şey olsun.
erken alınan biletler ve ben, ayrılmaz ikiliyiz. ama ucuz bileti buldum, aldım, çantamı da topladım hadi bana eyvallah olmuyor, plan-program lazım. oysa her zaman ne kadar da isterim ilk uçağa atlayıp hiç ama hiçbir şey düşünmeden bir yerlere gidebilmeyi..

ve ben işte belki de hayatımda ilk defa plansız bir seyahate çıkıyorum.

28 Mayıs 2013 Salı

holmesvari bir inceleme daha daha

"çok basit!"
şüphesiz ki holmes, hiçbir zaman dönüp de sevgili watson'ına bu çıkarımı ilan etmese de, aklından geçen her daim budur: çok basit! onun keskin gözleri ve müthiş dehası için açıklanamaz hiçbir giz yoktur. bir bakışıyla bizim minnacık beyinlerimizle ve bakan ama dikkat etmeyen gözlerimizle göremediğimiz her şeyi görüverir o. ama onun işi zaten budur: "kimsenin göremediği şeyleri görmek"

akgürgenlerin esrarı'nda sherlock holmes, suçun sıradan, mantığınsa nadir olduğundan; bu sebeple de suça değil mantığa kafa yormak gerektiğinden söz eder. fakat elbette onun katıksız bilimselliği, sistematik düşünme yeteneği, mantıksal çıkarımları, bizim gördüğümüzden fazlasını görmeyen ama gördüğüne dikkat eden keskin zihni doğaldır, fakat bütünüyle doğuştan değildir. "eğitim hiç bitmez watson" der holmes sevgili dostuna, "en iyinin sona saklandığı bir dizi dersten oluşur". küçük ayrıntılara dikkat eden bir zihin, pratiğe yönelik bilimle birleşince işte size de holmesvari bir dedektifliğin yolu açılacak!

23 Mayıs 2013 Perşembe

yollara düşmek: karadeniz.

bir yolculuğa çıkma fikri bir kez aklıma düşünce artık yerimde duramaz oluyorum. normalde eylemsizliğe alışkın ruhum şaha kalkıyor; oturamıyorum, kalkamıyorum, uyuyamıyorum, uyanamıyorum. halbuki telaşlanmam gereken tonlarca şey var; iş bulmak, ders çalışmak, araştırmak, okumak.. bense hayalden hayale koşuyorum.
birkaç hafta önce tam da bu ruh hali içindeyken, iki ayrı yere iki ayrı bilet alırken buldum kendimi. bunlardan biri geçen yazdan beri kafamda planladığım bir yere, ki kendisi başka bir karikatür, 3 hafta sonranın konusudur. lakin diğeri geldi geçti, gittim geldim bile: ikinci defa karadeniz.

ilki kadar yoğun ve uzun olmasa da ikinci defa bu güzel memleketi görmek çok iyi geldi. kıskandırmak gibi
olmasın da, bu defa vaktimin çoğunu taşlı deniz kenarında oturup güneşlenirken kitap okumakla, gün batımında balık arayan yunusların sıçrayışlarını izlemekle, bomboş sahilde yürüyüş yapmakla, ağaçların gölgesinde uyuklamakla, hala dalında duran portakalları toplamakla, dalından dut, yeni dünya, çilek yemekle geçirdim. o ne güzel doğadır, nasıl yeşil olmaktır, nasıl bir temiz havadır, nasıl bir huzur! bazen bana "hayat sana güzel" diyorlar, bu sefer gerçekten de bana güzeldi :)

27 Nisan 2013 Cumartesi

porto 2


iki yakayı birbirine bağlayan dom luis köprüsü, eiffel'in bir iş arkadaşı tarafından tamamen metalik olarak tasarlanmış. üzerinden yalnızca metro, altındansa sadece arabalar geçiyor. katedralin arkasında kalan yol direkt olarak köprüye bağlanıyor. baştan beri kurduğum şeytani planımı işletiyorum: karşıya yukarıdan yürüyüp, geriye aşağıdan dönücem. köprüden geçmek biraz zaman alıyor. bir yandan aşağıda porto'nun sıra sıra evleri, öte yandan uzun şarap mahzenleri: iki yanda iki ayrı manzara, yemyeşil tepeler, minnacık insanlar, nehir, şehir. metro yolundan bir o yana bir diğer yana yürüyüp hiçbir şeyi kaçırmamaya çalışıyorum.
köprünün sol yanında dolaşmaya üşendiğim bir katedral daha var: serra do pilar. bana nedense londra'daki globe theatre'ı hatırlatıyor, ortaçağa özgü bir havası var. mutlu anılarla dolu kafamı sallayıp aşağıya inişi düşünüyorum. yürümek ya da yürümemek, işte bütün mesele bu.

param bol olduğundan yürümek yerine teleferiğe binmeye karar verdim. tek yön 5 euro, biletle beraber bir de  şarap mahzenlerinden birinde beleş şarap tadımı hediye ediyorlar. teleferiğin pek taraftarı yok, birkaç ingiliz amcayla beraber bir kabine atlayıp şehrin üzerinden kayarak aşağı indik.

10 Nisan 2013 Çarşamba

porto


sabahın en erken saatleri. nehrin ve köprülerin ve karşı kıyıların üzerine beyaz, hafif bir sis çökmüş. manzara belli belirsiz.
sıra sıra eski evler, daracık eski sokaklar, ince bir ayaz, ruhu pastel renklerle süslü eski şehir ve tanıdık sonbahar. sarı ve turuncu yapraklar, çıplak ağaçlar. sarı tramvaylar ve yapraklarla kaplı tramvay yolları.

bu küçük şehrin renkli evlerinin eşliğinde dar ve ıssız sokaklarında yürürken, bir yokuşun başında soluk soluğa dikilirken, bir köşeden dönüp de nehir manzarasıyla nefesiniz kesilirken bana teşekkür edeceksiniz.
burada, gün batarken manzaraya karşı bir kafeye oturmanız, nefis tatlı çarpıcı porto şarabını yudumlarken hayatınızın keyfini çıkarmanız, serin şarap mahzenlerinde yürürken tarihin, ahşabın ve tatlı alkolün tadını havadan almanız lazım ve bağların, bahçelerin, dağların, yeşilin, nehirlerin, vadilerin kokusunu..

23 Şubat 2013 Cumartesi

bir gün yine neverland'dayım: sintra

yeşil ormanlar içinde rengarenk masal sarayları, yüksek kuleli şatolar, kıvrıla kıvrıla ormanın derinliklerine giden taş patikalar, beyaz kubbeli kiliseler, gökkuşağı renginde çinili evler.
merak ediyorum; arap prensesleri burada mı yaşamış? kırmızı başlıklı kız kurtla şu patikada mı karşılaşmış? robin hood'un şölen sofraları şu ormanda mı kurulmuş?

lizbon'dan 45 dakika uzakta bir masal şehri. hiç beklemiyorken gerçek, istasyonda ormandan esen ferah ve keskin rüzgarla yüzüme çarpıyor. temiz hava ciğerlerimi zorluyor.

lizbon rossio station'dan 4,5 euro'luk banliyö treni dış mahallelerden geçerek, engebeli minik tepelerin ardından sintra istasyonuna ulaşıyor. minik istasyon şehir merkezinin biraz dışında. görülecek yerlerse dağların ormanların içinde. gitmek için 734 nolu turist otobüsünü kullanmaktan başka çare yok, olmaz illa yüriycem diyorsanız en iyi yürüyüş ayakkabılarınızı giyin ve 3 saatlik dağ yürüyüşüne hazırlanın. olcak gibi değil dimi :) 734 nolu otobüs, resimdeki güzergahı izleyerek 5 euro karşılığında turistik duraklarda sınırsız inip binme hakkı  sağlıyor.

21 Şubat 2013 Perşembe

çok güzel okumalık: comissario brunetti

kanal boyu dar ve çıkmaz sokaklar, pencerelerinden çiçekler sarkan pastel evler, lagüne açılan meydanlar, köprüler, sandallar, gondollar, vitrinlerde maskeler.. sahne venedik.

kahramanımız guido brunetti, venedik polis teşkilatında çalışan, karısı ve iki çocuğuyla sıradan bir hayat süren, geleneklere bağlı ama açık fikirli ve zeki venedikli bir komiser. asla küçümseyemeyeceğiniz, öz güveni yüksek, tarz sahibi bir adam, çok kuvvetli sezgileri var, empati kurmakta, insanları anlamakta, yozlaşmayı sezmekte üstüne yok.
bizimkinden pek farklı olmayarak adaletsizlik, yolsuzluk ve rüşvetlerle yozlaşmış italyan bürokrasisi içinde dürüst kalabilmiş, kariyer hırsı olmayan, konumundan ve hayatından memnun, haksızlığa tahammül edemeyen, eski yunanca eğitimi almış, hukuk okumuş bir polis. kitapları, tarihi, müziği, aşık olduğu memleketi venedik'in sokaklarında yürümeyi seviyor. güzel olan her şeye zaafı olan ve hayranlık duyan, hayattan keyif alan tipik bir italyan erkeği. onu sevmemek mümkün değil, tanıdığımız biri gibi doğal karşılıyoruz onu. bir polis, ciddi bir aile babası, sadık bir eş, insanlığa hala inancı olan, duygusal ama duygularını pek belli etmeyen bir adam. bir okul arkadaşınızın saygıyla karışık biraz korktuğu ama her şeye rağmen takdir ettiği babası gibi geliyor bize.

14 Şubat 2013 Perşembe

lizbon'da günler ve günler 2

belem.
umuyorumki oraya vardığınız gün, yağmurlu melankolik bir gün değil güneşten parlayan ışık ışık bir gündür. insanın içini daraltan gri bir günde belem'in tadı çıkmayacaktır.

belem'e gitmek tramvay 15'le comercia meydanı'ndan 20 dakika sürüyor. birçok otobüs de gidiyor oraya tabiki ama sizin nostaljik tramvayı tercih edeceğinizi biliyorum :). yol zengin mahallelerden, nehre paralel caddelerden, köprülerden geçiyor. ineceğiniz yerde herhangi bir işaret yok, içgüdülerinize güvenmek zorundasınız. kalabalık gruplara kanıp indikleri yerde inmeyin, zira belem'e gelmeden de yol üzerinde -örneğin alcantara gibi- görülecek çok yer var, belem yerine kendinizi başka bir yerde bulabilirsiniz. amacınız benim gibi belem kulesi'nden kaşifler anıtına oradan da jeronimos manastırına kadar geri yürümekse, sağ tarafınızda manastırı gördükten iki durak sonra inin ve indiğiniz durağın karşısındaki bulvardan aşağı, nehre doğru yürüyün.

29 Ocak 2013 Salı

lizbon'da günler ve günler 1



gün erken başlıyor. keskin bir ayazla donan şehir gri bulutların altında soluk sarıdan mat bir tablo gibi. araya kırmızılar karışıyor, mavi çinilerle bütünleşiyor, uyumsuzluk olabileceği en estetik haliyle şehrin her köşesinden gözleri bayram ettiriyor.

aziz george'un kilisesi'ne giden 737 nolu minik castelo otobüsü figuera meydanından seyrek aralıklarla kalkıyor. yürüyebilirsiniz de, ama yollar dik tepelere tırmanırken nefesinizi yine de sakin tutabilir misiniz? santa cruz'a giden daracık taş yollar ve restore edilmiş o güzelim eski evler sizi yolunuzdan dönmeye çağırıyor, zamanına siz karar verin, çiniden renkli evlerin eşliğinde bu köyün daracık sokaklarında mı kaybolmak istiyorsunuz, yoksa sola devam edip dünyanın çatısındaki bu kaleyi mi görmek istiyorsunuz önce?
figueria meydanına st george's castle'dan bakış

dünyanın en yüzeysel insanı diyebilirsiniz benim için ama ben kendi adıma kalelere pek düşkün değilimdir. hepsi birbirinin aynı soğuk taşların içinde yürüyüp durmak niye? artık yaşamıyorum diye bağırıyor kaleler, ama bir yandan da neden bu keskin tepenin üzerine dizmişler taşlarımı ne vadediyorum görmek istemiyor musun diye de ekliyorlar. bir keşif gezisine karşı koyamam, hele bin yaşındaki gizemin çağrısına asla.

28 Ocak 2013 Pazartesi

lizbon'da uzun bir ilk günün devamı



estrela'dan bindiğiniz tramvay sallana sallana sizi geniş bir meydana getirdiğinde, tramvaydan inin. bulunduğunuz yer şehrin asıl merkezi, kelime anlamı da tam olarak bu demek olan baxia'dasınız. ayrıca bairro alto (gündüz oldukça hareketsiz, geceyse eğlencenin merkezi) ve chiado'da burada. burası entelektüel kesimin çay kahve içip sanat sohbeti yaptığı yer. aynı zamanda gece hayatının, alışverişin ve turistik gezilerin merkezi. tüm bunlara rağmen özellikle gidip görmeniz gereken bir şey yok burada, sadece sokaklarda yürüyün.

 meydandaki metro girişinin karşısındaki kafe lizbon sanatçılarının ve özentilerinin takıldığı kafe imiş. her ne kadar her saat müdavimler ve turistlerle dolu olsa da yer bulabilirseniz oturup bir super bock birası veya bir bica kahvesi için, etrafı izleyin. (eğer burası sizin için fazla kalabalık veya pahalı ise hemen karşıdaki camoes meydanındaki minik büfede oturun, aynı keyfi verecektir.)

santa justa asansörü
yeterince oturduysanız, artık kalkın ve kafelerin önündeki yokuştan aşağı doğru yürüyün. buralar alışveriş yapılacak yerlerle dolu. yolun bitiminde avm'ye benzemeyen bir avm var, sokağın solundaysa mağazalar aşağı kadar devam ediyor. yolun bitimindeyse karşımıza şehrin simgelerinden biri çıkıyor: santa justa asansörü. metal bağlantılarıyla bu asansör, bol yokuşlu lizbon'un altını üstüne bağlıyor. bu asansöre bindiğinizde lizbon'da yapılması gereken ikinci en önemli şeyi de gerçekleştirmiş olacaksınız, tebrik ederim :)

24 Ocak 2013 Perşembe

holmesvari bir inceleme daha



conan doyle, reichenbach şelalesine doğru tırmanırken arkadaşlarına "onu öldürücem" diye açıklıyor kararını "yoksa o beni öldürecek."
ölesiye, öldüresiye nefret ediyor sherlock'tan. kariyerinin önünde bir engel sherlock, yersizce ünlenmiş saçma bir mürekkep kahraman. bir cinayet planlayacak kadar çok nefret ediyor ondan. ama bir nefsi müdafaa olacak bu, onu öldürmek zorunda, yoksa o kendisini öldürecek. aşağıda köpüren şelaleye hızla soluklanarak bakıyor ve kararı kesin.

ve öldürüyor sherlock'u. ingiltere çalkalanıyor. sokakta insanlar siyah kurdele bağlanmış kollarıyla açık bir mesaj veriyor "yastayız". günlük gazeteler ölümü büyük puntolarla ilan ediyor, ilan bölümlerinde başsağlığı dilekleri tam sayfa. bütün ülke nefret ediyor conan doyle'dan. o'ysa huzurlu. nihayet, sonunda, en sonunda kurtuldu ondan. hiçbir ölümün ona bu kadar huzur verebileceğini tasavvur edememişti önceden, oysa içindeki bu rahatlama hissi..

13 Ocak 2013 Pazar

lizbon'da ilk gün

bir şehri keşfetmek, keşfettikçe sevmek veya çok sevmek. nehir boyundan tepelere dek uzanan pastel bir tablo.. ve bu şehri sevmek..

bütün caddeleri defter sayfalarına çizilmiş kenar süsleri gibi, siyah beyaz bir tablonun işlemeleri gibi. titiz bir kadının elinden çıkmışçasına ince ince oyalanmış sanki bu şehrin sokakları. arnavut kaldırımlı ince yollar döne döne tepelere çıkıyor, eski zaman kalelerine, bembeyaz kilise kulelerine, kuğuların salına salına yüzdüğü minik göletlerin etrafında eski ağaçların hüküm sürdüğü parklara.. sonra nehre dönüyor tepelerde manzara, karşı kıyıya, okyanusa bakıyor. gökyüzü maviyse güneş kırmızı çatıların üzerinden yansıyor, şehir parlıyor. gün ışığından gözü kamaşıyor bakanın, kırmızıyla gölgeleniyor gözleri ama alamıyor kendini bakmaktan. ve ince ince yağmur yağıyorsa..sarı tramvayların kendi değil de gölgesi geçiyor gibi oluyor gri dekorundan şehrin.

şehir güzel ama kendine özgü güzelliği. başka güzel ülkelerin başka güzel şehirlerine benzemiyor hiç. çok başka, bambaşka. akşam olunca, eskinin gaz lambaları gibi tombul fanuslu ışık ışık lambalar sokak boyu mermer binaların alçak katlarında sıra sıra yanıyor. insanlar sokakları boşaltıyor, ışıklar dolduruyor yerlerini.

lizbon'u hakkıyla gezmenin en birinci -ve belki de en büyüleyici yolu: tramvay 28. bu eski deri koltuklu, minik, sarı, nostaljik tramvay lizbon'u bir baştan öbür başa dolaşıyor. yalnızca kendinin geçebileceği daracık sokaklardan -camdan elinizi çıkarsanız portekiz çinisi kaplı evlerin duvarlarına değebileceğiniz, bir pastanenin vitrininden bir parça pasta alabileceğiniz kadar onlara yakın-, dik bayırlardan aşağı, dik bayırlardan yukarı, keskin virajlardan hızla dönerek, sallana sallana, sarsa sarsa, deri eldivenli vatmanın eski demir kolu aheste çevirişiyle ilerleyip gidiyor. sarı tramvay daracık eski sokaklardan geçerken yoldaki insanlar duvarlara dayıyorlar sırtlarını kolları açık. martim moniz'den başlayan yolculuğu, prazeres'te son buluyor.

vatman son durakta aksanlı bir "finish!" diyor, insanlar iniyor, fotoğraflar çekiliyor. sonra kalabalık ne yapacağını bilemez halde durağın etrafında dolanıp geri dönmek için tekrar tramvay sırasına giriyor. ama siz, gezi kitabımdaki ufak uyarıyı hatırlayan ben gibi, yolun karşısına geçip prazares mezarlığına ilerleyin.
 mezarlık mı dedim?! hay allah! buraya mezarlık demek, o güzelim anıtları, o müthiş tapınakları yapanların anasına babasına sövmekle bir benim için. burası her adımda insanı şaşırtan anıtlaştırılmış bir tapınak! camlarında perdesi olan minik mermer evler (içinde ölülerin yaşadığı!), minyatür kiliseler, çeşmeli, kubbeli anıt mezarlar.. hele ağaçlar! metrelerce yüksek, kocaman, yemyeşil yaşlı ağaçlar! cılız sonbahar güneşi delip geçiyor yapraklarını, mermer banklara gölgeleri düşüyor. yosun tutmuş yerler, turuncu ve sarı yapraklarla ünlü bir tablonun yansıması gibi. siz tam "çok güzel ama bu kadar yeter gideyim artık" derken mezarlık canlanıyor, konuşuyor ve sizi ileri yürümeye davet ediyor. aşağı doğru yürümeye devam ettiğinizde gördüğünüz şey yüzünden hızlanıyorsunuz: kıpkırmızı 25 nisan köprüsü, arkasında yemyeşil tepelerin üzerinde kollarını açarak yükselmiş isa heykeli, nehir ve şehir. bir tepeden bir şehri izlemek. istanbul'da bir tepeden boğazı izlemek bunun yanında değersizleşiyor adeta.

11 Ocak 2013 Cuma

özgür mü bir kuşun hatıratı?

zaman hızla geçiyor; takvimi duraklatmanın bir yolu var mıdır? dakikalar saatleri kovalıyor, saat bir an yediyken bir diğer an akşamı gösteriyor. mutsuzum.

birkaç saat önce ince yağmur damlalarına bakıp nasıl da özgür olduğumu düşündüm, rüzgarı ve yağmuru kanatları altına almış uçup giden bir kuş kadar özgür. sonra, özgürlüğün böyle bir şey mi olduğunu düşünürken buldum kendimi. zamana sahip olmak nasıl ki onun efendisi yapmıyorsa beni, tüm kafamda özgür olduğumu düşünmek de beni özgür kılmıyor sanırım.

özgür mü bir kuşun hatıratı?

gri-beyaz gökyüzü ileride şehrin hala beyaz beyaz çatılı evleriyle buluşuyor. kuşlar uçuyor önünden manzaranın. hem bu manzaranın bir parçası hem de ta kendisi kafamdaki özgür olma fikri. bu düşünceyi, bir düşünceyi başlı başına,  önlemek olanaksız. fakat, durdurma gücüm olsaydı zamanı, işte şu an yapardım bunu. önümde uzayıp giden manzara, biraz yağmur, bir parça gri gök, düşüncemde özgürlük.