bütün caddeleri defter sayfalarına çizilmiş kenar süsleri gibi, siyah beyaz bir tablonun işlemeleri gibi. titiz bir kadının elinden çıkmışçasına ince ince oyalanmış sanki bu şehrin sokakları. arnavut kaldırımlı ince yollar döne döne tepelere çıkıyor, eski zaman kalelerine, bembeyaz kilise kulelerine, kuğuların salına salına yüzdüğü minik göletlerin etrafında eski ağaçların hüküm sürdüğü parklara.. sonra nehre dönüyor tepelerde manzara, karşı kıyıya, okyanusa bakıyor. gökyüzü maviyse güneş kırmızı çatıların üzerinden yansıyor, şehir parlıyor. gün ışığından gözü kamaşıyor bakanın, kırmızıyla gölgeleniyor gözleri ama alamıyor kendini bakmaktan. ve ince ince yağmur yağıyorsa..sarı tramvayların kendi değil de gölgesi geçiyor gibi oluyor gri dekorundan şehrin.
şehir güzel ama kendine özgü güzelliği. başka güzel ülkelerin başka güzel şehirlerine benzemiyor hiç. çok başka, bambaşka. akşam olunca, eskinin gaz lambaları gibi tombul fanuslu ışık ışık lambalar sokak boyu mermer binaların alçak katlarında sıra sıra yanıyor. insanlar sokakları boşaltıyor, ışıklar dolduruyor yerlerini.
vatman son durakta aksanlı bir "finish!" diyor, insanlar iniyor, fotoğraflar çekiliyor. sonra kalabalık ne yapacağını bilemez halde durağın etrafında dolanıp geri dönmek için tekrar tramvay sırasına giriyor. ama siz, gezi kitabımdaki ufak uyarıyı hatırlayan ben gibi, yolun karşısına geçip prazares mezarlığına ilerleyin.

bir süre sonra, hayranlığınızın ilk şoku üzerinizden kalınca, tekrar tramvay 28'e binin. bir sonraki durak estrela. tramvayda durak anonsu yapılmıyor, nerde inceğiniz konusunda net olmanız lazım, çünkü düğmeye basmazsanız durakta durmuyor, dursa bile siz daha yerinizde kalkamadan hareket ediyor. kulağa kötü gibi gelse de, güzelliğinin bir kısmı da bundan geliyor aslında :)
estrela'ya geldiğinizi sağınızdaki mermer merdivenli, büyük, beyaz bazilikadan anlayacaksınız. "aman allahım peki ya sol tarafta oturuyorsam, ayakta dikilenler varsa nasıl görücem sağı" diye telaşlandıysanız, sağınızda da demir kapılı girişiyle jardim da estrela'yı; parkı göreceksiniz.
bazilikada atacağınız hızlı bir turdan sonra -ki yeri gelmişken, birkaç tanesi tabiki hariç, hemen hepsi hiçbir manevi hissiyat vermeyen turistik ve sıradan kiliseler benim için- az önce bahsi geçen parka ilerleyin park deyip geçmeyin beğeneceksiniz. dünyanın dört bir yanından, farklı iklimlerin çiçekleri, ağaçları, otları bu parkta bir arada yaşıyor. bambular ve kaktüsler örneğin -botanik bilgimin kısıtlı olmasından ötürü vereceğim tek örnekte budur :) parkın ana yolundan ilerlerken sağ tarafınızdaki gölette kuğular ve ördekler heykellerin etrafında salına salına neşeyle yüzüyorlar. öte tarafındaysa minik şirin bir kafe var: öğle yemeğinizi yiyeceğiniz yer. park içinde, göl kenarında, fena da görünmeyen bu kafe bizdeki mantıkla pahalı olması gerekirken hiç değil. ana yemekleri, en az atıştırmalıkları kadar güzel, kahvesi, çayı ucuz. ister iç mekanda, ister gölün kenarındaki masalarda oturun -ama beklemeyin ki garson gelip sipariş alacak, self servis bir kafe burası.


gün kısa, yapılacak şeyler çok. artık yavaş yavaş parktan çıkın, oturmaya mı geldiniz lizbon'a? tramvaya tekrar binin ve bu sefer chiado'ya kadar inmeyin.
gün henüz bitmedi, aksine yeni başladı, lakin devamı için beklemeniz gerekecek :) çünkü biraz daha yazarsam sanıyorum ki bilge karasu'nun uzun sürmüş bir günün akşamı romanına bir adım daha yaklaşmış olucam.
hep unutuyorum, sahi siz kaç günlüğüne gidiyorsunuz? 3 gününüz varsa hızlandırılmış bir versiyon kullanın lütfen, bu daha başlangıç ve bu anlattıklarım bütün bir sabahı ve öğleni aldı bile çoktan ve gezilecek yerlerin 20'de 1'ini gezmiş olduk henüz :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder