köprünün sol yanında dolaşmaya üşendiğim bir katedral daha var: serra do pilar. bana nedense londra'daki globe theatre'ı hatırlatıyor, ortaçağa özgü bir havası var. mutlu anılarla dolu kafamı sallayıp aşağıya inişi düşünüyorum. yürümek ya da yürümemek, işte bütün mesele bu.
param bol olduğundan yürümek yerine teleferiğe binmeye karar verdim. tek yön 5 euro, biletle beraber bir de şarap mahzenlerinden birinde beleş şarap tadımı hediye ediyorlar. teleferiğin pek taraftarı yok, birkaç ingiliz amcayla beraber bir kabine atlayıp şehrin üzerinden kayarak aşağı indik.

ünlü olan taylor'ı tercih ettim. mahzende napıcaz yahu ne alakası var diyorsanız, şöyle açıklayayım: porto şarabı, yalnızca duoro vadisinde kendiliğinden tatlanıyor, bu özel şarabın anavatanı burası. taa merkantalist dönemden beri porto üzerinden ingiltere ile bunun ticaretini yapıyorlarmış. ingiltere'den kumaş alıp, karşılığında porto şarabı gönderiyorlarmış. bu limana gelip mahzenleri gezmemek??! mahzenler umurunuzda değilse bile 3 euroya 3 çeşit şarap tadacaksınız hiç değilse bunu bilin.

biraz da vişne tadında.
tatlı içkilerin tam olarak yapması gereken şeyi yapıp farkettirmeden
çarpıveriyorlar. mahzenlerden dönüşte dar, taş yollardan aşağı inerken kafanızı dik tutmayı unutmayın, bu nefis tatlı şarapların etkisiyle sık sık oturup hayallere dalma isteğiyle dolabilirsiniz.
eve götüreceğiniz şarapları gezdiğiniz mahzenlerden alabilirsiniz. ben şaraplarımı hemen aşağısındaki bir diğer mahzen olan croft'tan aldım. şarap fiyatları vintage'lar için çok yükseklere çıkabiliyor. ben ikisi de yıllanmış bir ruby ve bir tawny için 28 euro ödedim. fakat daha ucuza almanız da mümkün.
mahzenlere çıkan dolambaçlı yollardan nehir kıyısına indiğinizde yemek için sıra sıra restoranlardan birini seçmekte tereddüt etmeyiniz.
dönüşte dom luis köprüsünün altından yürüyüp, tam köprünün ayağındaki güzel kafeye oturup, açılmak için bir kahve içerken güneşin nehrin ve mahzenlerin üzerinden yeşil tepelere doğru batmasını izlemeyi unutmayın :)
bütün günün yorgunluğuyla hostelime dönmek için dik bayırlardan yukarılara tırmanırken yol beni görülmesi gereken yerlerden birine daha getirdi: sao bento tren istasyonu. bir tren istasyonunun görülecek nesi olabilirki diyorsanız, buradaki mavi-beyaz antik çinileri görene kadar bekleyin.

bu kafenin tarihini biliyormuş gibi davranmamın manası yok, yalnızca ünlü olduğunu bilelim yeter. devasa avizeler, sırrı çıkmış aynalar, mermer masalar, ahşap sandalyeler, deri koltuklar, üniformalı garsonlar.. tarih, klas, elitizm. yemek yemek için pahalı bir yer olsa da akşamın yorgunluğunu atmak için incecik porselen demlikte gelen ingiliz çayımı incecik porselen fincanımda serçe parmağım havada içerken düşündüğüm tek şey "işte buna değer" oldu. o an hissettiğim huzuru başka hangi şehirde bulabilirdim bilmiyorum.
sonra..akşam kasım ayının ayazıyla beraber çökmüşken, elimde ağırlaşan şarap şişeleriyle hala kalabalık bu minik şehrin sokaklarında yürüdüm de yürüdüm. liverpool'da hissettiğim "buradan gitmek istemiyorum" hissi yine beni ele geçirdi; bu şehir çok ama çok güzel. evleriyle, mahzenleriyle, meydanlarıyla, kuleleriyle, nehriyle, insanıyla.. 1 günde gezilecek kadar küçük ama bir ömür doyulamayacak kadar güzel, kaçırmayınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder