neredeyse bomboş. sebepler ne olursa olsun, parlak güneşin altında beni derinden etkilemeyi başaramıyor. sıra sıra heykeller (hiçbiri orijinal değil, orijinalleri vysehrad'da mahzenlerin derinliklerinde, ki oraya da gidicez bekleyiniz :), uzun taş köprü, altında sakin nehir. her yandan manzara büyüleyici. bir yandan kaleye, petrin'e, kafka müzesine, öte yandan eski şehre bakakalıyorum.
(benim naçizane tavsiyem köprüye gün batarken de bir uğramanız, o tatlı gün ışığında ve tatlı ılık havada köprü şaşırtıcı biçimde huzurlu.. bir köşeye dayanıp şehre bakın, başka güzel görünecek gözünüze.)
ağır ağır köprüyü geçince eski şehir merkezine de ilk adımımı atmış oluyorum. birbirine yakın eski evler, dar sokaklar, biraz karmaşık, kalabalık.
dolana dolana eski şehir meydanı'na geliyorum, desen desen belediye binasını geçince, hemen köşesindeki astronomik saate de ulaşmış oluyorum. saat başlarında çalan astronomik saatin altı henüz çok kalabalık değil. eski şehir meydanı ise tıklım tıklım. turist kalabalığından çok tur satmaya çalışan tipler, "döviz bozdurmak istemiyor musun? hayır mı? hayır cevabını asla kabul etmiyorum, saatlerce ısrar edersem bence bin euro bozdurursun" diye yapışan adamlarla dolu. bir şehrin en turistik noktası aynı zamanda uzak durulması gereken tek yeri nasıl da oluyor!

birlikte, saatin tam karşısındaki alanda birkaç kafe, zaten dar olan yolu iyice darlaştırdığından saati izlemek neredeyse bir işkence oluyor. etrafımdakilere sinirlenmekten bu güzel saatin tadını çıkaramıyorum! baktıkça baktıkça saatin manasını da tam kavrayamıyorum daha da sinirleniyorum sonra.
sonra saat tamı vurunca başlıyor müzik, saatin içinden ünlü prag kuklaları geçiyor; iskelet tabiki ölümü, elinde ayna tutan figür tahmin edebileceğiniz gibi kibri, para keseli yahudi cimriliği, mandolin çalan osmanlı vatandaşı ise vur patlasın çal oynasıncılığı sembolize ediyor. yani saat diyor ki: "şişşt sen arkadaki! görüyorum orada kıkır kıkır gülüyosun, paradır puldur gezme tozmadır fani işlerle gününü gün ediyorsun da bak bu iş böyle olmaz, bu dünya geçici, sonunda ölüp gideceksin yanında da hiçbir şey götüremeyeceksin, haberin ola!"
eski şehir meydanı, kalabalık olmasından öte bir tuhaf. dört yanda güzelim evler, bazısı renkli, bazısı desenli desenli.. arkalarından tyn katedralinin o karanlık, gotik kuleleri yükseliyor, renklerle tezatı hoşuma gidiyor. diğer yanda ise minik bir kilise ile minik bir park var, parkın paralel sokağındaki dondurmacıyı denemeden geçmeyiniz. meydanda en hoşuma giden şeyse: hus anıtı. anıt bir yanda güç sahibi yöneticileri, diğer yandan onların baskıcı rejimlerinin altında ezilen halkı gösteriyor. halk gelecek güzel günlerin umuduyla "gerçek galip gelecektir" diyor ki, bu beni gezi olaylarının hemen arifesinde derinden etkiliyor. yalnızca benim kör talihim yine beni bulduğundan sebep, konser için etrafına sahne kurulduğundan anıtı da gönlümce inceleyemiyorum.. tyn ise yine süper şansıma kapalı -sahi günlerden neydi de kapalıydı? halbuki görmeyi çok istiyordum. etrafında bir kısa tur atmakla yetinmek zorunda kalıyorum.
eski şehir meydanının bunaltan kalabalığından kaçarak günün üçüncü rotasına: yahudi mahallesine ilerliyorum. bahsi geçen kilisenin ve parkın ortasındaki sokaktan gidip sola dönmeniz yeterli., görüceksiniz. giriş 300 kron, ki bana biraz fazla geliyor (hatırladığım kadarıyla kredi kartı kabul etmiyorlardı, yanlışsam geri dönüp beni bulmayınız yalnız:). 300 kronu versem mi vermesem mi, girsem mi girmesem mi, görsem mi görmesem mi derken, sonradan minik bir düş kırıklığıyla hatırlayarak, kapısından dönüyorum. içeride oldukça etkileyici mezarlıklar ve sinagogların olduğu bilgisi ise kulağımdan hiç gitmiyor. içeriye girmeden sinagog gezme hevesiniz varsa sitenin dışında da birkaç tane mevcut, yalnızca hatırlatmalıyım ki onların da girişleri ücretli (parasını basıp 300 kronu verdiğinizde onların da ücretsiz olacağını not ediniz oraya lütfen:)
bütün günümü bomboş geçirmiş gibi hissediyorum çünkü, dhou'ya gidip bit pazarını ve girişi 100 kron olan kübizm müzesini de es geçiyorum. siz gidin gezin, sonra bana da anlatın, daha da üzüleyim.

yıllar yıllar önce prag'da yaşarken her gün gelir opera binasına bakan yanda bir masaya oturur, memleket hasreti içinde büyürken şiirlerini yazar imiş burada. nehre karşı oturmuş (sudan gerçek manada daha ucuz olan, 40 kronluk) biramı yudumlarken, elleri çenesine dayanmış, yoldan geçen tramvayda istanbul'dan bir iz aranırken hayal ediyorum onu; duygulanıyorum.
kafede bir de resmi asılı nazım'ın. garsona sorun, o biliyor yerini.
bu arada meraklısı için nazım hikmet'in burada yaşarken kaldığı "üç deve
kuşu apartmanı" charles köprüsünün kale tarafında sol ayağında yer alıyor, üzerindeki üç deve kuşundan tanıyabilirsiniz kendisini.
kafeden çıkınca nehre paralel sol yana doğru uzayıp giden yol evlerin orijinalliğinden dolayı görülmeye değer. önünde uzayıp giden tramvay yolu ve nehir ve o sıra sıra güzelim pastel evler nasıl da dizilmişler inciler gibi yol boyu, sarı beyaz gün ışığında parlak.. kutu kutu bir cadde. ince ince de bir yağmur atıştırıyordu, öyle beğendim burayı.
yolun sonunda değişik bir mimariye sahip "dans eden ev"i görüp dönün, hatta gitmişken nehir kıyısındaki minik botlarda yemek yiyin, bira için öyle dönün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder