Sayfalar

23 Ağustos 2013 Cuma

salzburg

içinden nehir geçen bir şehrin kötü olma ihtimali var mı? salzburg zamanın durakladığı bir minik ütopya gibi.
kuş sesleri ve temiz hava. rüzgar esmiyor, arabalar sessizce süzülüp gidiyor geniş caddelerden, belki şehrin kendisi yemyeşil değil ama ansızın bir orman bölüyor yürüyüşü uzakta tepelerden, nehir çamurdan akıyor ama masmavi bir denize ve ötesindeki dağlara bakar gibi dalıp gidiyor insan. sanki herkes uykuya dalmış da bir ben dolaşıyorum sokaklarda ve caddelerde: kalabalığa inanamıyor gözlerim, çıt çıkmıyor koca şehirde.

haziran. sıcak, şehri kaz tüyü bir mont gibi sımsıkı sarmış. meydanlardaki termometreler öğlen saatlerine doğru 38 dereceyi gösteriyor, dağlardan doğru bir rüzgar eser de sıcağı dağıtır belki diye bekliyor insan ama boşuna: yaprak dahi kıpırdamıyor, gökyüzünde tek bir beyaz bulut yok.


ilk adresim mirabell garten. parkın girişinde devasa bir ağacın gölgesinde oynayan çocuklar var.
ilerde sol tarafta, demir kapıların ardında, birkaç merdiven aşağıda, tek boynuzlu atlar zaten düş gibi bir yere girdiğinizi haber veriyor: peyzaj harikası bir bahçe güzelliğini ve sakinliğini insanın yüzüne çarpıyor. ortadaki havuzun içinde şaha kalkmış bir at: tarih. ve sol yanda bahçenin yanı sıra schloss mirabell. ve önünde, dağlara bakan tarafında, yüzyıllık ağaçların serin gölgesinde kokusundan baygın bir gül bahçesi. manzara çok açık. uzayıp giden yeşil-kırmızı bir bahçe, heykeller, havuz, ötesinde şehir ve şehrin her yanına tepeden bakan müthiş festung hohensalzburg: ilk çağlardan kalma bir orta çağ kalesi.
burası belli ki insan huzur bulsun, kahvesini yudumlarken varoluşunun derinliklerine, hayallere, beklentilere
dalsın, umuda kapılsın, hayattan keyif alsın diye yapılmış.
mirabell garten'ın sağ yanında aslan heykellerinin korumasındaki merdivenler sizi bir başka bahçeye çıkaracak: devasa ağaçlar, serin gölgeler, gölgelerin altında heykeller, heykellerin gerisinde şehrin içinde ama şehirden uzak bir köşe. banklarda oturup oyalanın, bir sandviç falan yiyin, dinlenin. çok güzel.

mirabell garten'dan gayrı nehrin bu yanında kayda değer başka bir şey yok.
o yüzden ikinci adres olarak nehir boyu sağ (veya sol:) tarafa yürüyüp karşıya
geçiniz. karşınıza binalar çıkıcak, bu durumda nereye gideceğinizi şaşırabilirsiniz. köprüden geçmek için kilitlerin asılı olduğu köprüyü seçtiyseniz (solunuzda kalan manzaraya baktınız mı?) karşınıza çıkan marketi sağınıza alın ve size pasaj gibi görünen ama geçit olan kapılardan birinden arka taraftaki caddeye geçin. sol taraftaki köprüyü tercih ettiyseniz karşınızda mozartplatz. ikinci adres bir alışveriş caddesi olan getreidegasse. bu daracık güzel cadde eski usul tabelalarla süslü mağazalarla dolu bir yer. giyim markalarından, yiyecek içecek yerlerine, hediyelik eşya dükkanlarına kadar her şey sıra sıra. caddenin sağ yanında, en sonda, kayalıkların içine oyulmuş, yemyeşil sarmaşıklarla sarılmış güzellik abidesi bir minik kilise var ki görmeyen üzülür.
sol yanda ise, mozart'ın doğduğu ve hayatının ilk 17 yılını geçirdiği sarı ev: mozart geburtshaus. kendisi bir müze ama açıkçası para verip de girmeye gerek duymadım. meraklısı için giriş 10 euro.

cadde üzerinde ilerleyip sağa döndüğünüzde ünlü tomaselli cafe'nin olduğu minik ama kalabalık bir meydan olan alterplatz'a ulaşacaksınız.
işte bu noktada sol yanda üçüncü görülmesi gereken önemli yere geldiniz: residenzplatz. geniş bir meydan, heykeller ve fıskiyeli bir havuz, meydan gibi meydan işte. burası güneşten cayır cayır yandığı için ben fazla oyalanmadım ve salzburg'un ünlü katedralini görmek için kemerlerin altından domplatz'ın  4 tarafı tarihi binalarla ve kemerli geçitlerle çevrili bir avlusuna  ilerledim.
bir konser için devasa bir sahne kurulmuştu ve tadilat vardı, ortadaki devasa heykeli yakından görüp inceleyemedim. ama yakıcı güneşe rağmen, enstrümantal yesterday'i dinlemek için şöyle bir dolandım oralarda.

dom katedrali benim için sıcak kumlardan serin sulara atlamak gibiydi: serinliğiyle kilise gezmeyi sevmeyen bünyemin gönlünü aldı. her köşesi tarih, yüksek kubbeli tavanındaki resimlere ve işlemelere daldım gittim, italya esintisiyle istemeden roma'ya gitti aklım. minik balkonlardaki 4 devasa orgun aynı anda çalındığı bir günü düşündüm keyiflendim içeride. yakıcı sıcaktan tarihin serin kollarına kendimi bırakmanın ferahlığıyla sert sıralarda kuş tüyü yastıkların tadıyla oturdum oturdum..

devamı gelicek :)






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder