Sayfalar

23 Aralık 2012 Pazar

portekiz 103: nerede kalmalı?

lizbon da kalınabilecek yerler için birbirine yakın birkaç merkezden bahsedebiliriz. benim tercihim porto öncesi ve sonrası olmak üzere rua augusta'da  iki ayrı hostel oldu:  yes lisbon hostel ve travellers house: birbirinden harika merkezi, konforlu, rahat, müthiş personele sahip iki hostel.

4 gün kaldığım yes lisbon hostel, rua augusta'yı dik kesen bir sokakta, caddeye 50 metre. sokak iki yandan caddeye açıldığı için hava karardıktan sonra ıssız veya karanlık olma durumu yok. hostelde akşamları lezzetli yemekler (çorba, salata, ana yemek ve tatlı) ve 4 içecek 10 euro, pub crawl almanız durumunda 15 euro. kahvaltı basit (reçeller, mısır gevrekleri, peynir, salam, birkaç çeşit ekmek, kahve ve çay) ama doyurucu. odalar banyolu ve ranzalı, arka taraftaki odalarda yangın merdiveninden sebep balkonlar var; ranzalar perdeli olduğundan özel alanınız da oluyor, altlarında çantanızı kilitlemeniz için geniş çekmeceler de var -daha ne olsun. hostel'de her sabah 2-3 saatlik rehberli yürüyüş servisi var, ücretsiz.

rua augusta, travellers house'dan görünüş
travellers housesa müthiş kahvaltısı -size özel yapılan omlet ve krep artı zengin çeşitli açık büfe-, geniş ve rahat ranzalarıyla augusta caddesinin tam ortasında cadde manzaralı bir hostel. üzerinde fazla düşünmedim ama sanırım bugüne kadar kaldığım hosteller içinde de en iyisi. ortak alanı tv odası, bilgisayar odası gibi bölümlerden oluşuyor, koltukları eski ama rahat, dekorasyonsa tartışmasız çok zevkli. hostelin bir diğer güzelliği, her akşam için ayrı ayrı hazırladığı aktiviteler. örneğin henüz fado dinlemeye gitmediniz mi? travellers house personeli akşam sizi alıp götürüyor, gezdiriyor, yediriyor, içiriyor. 5-10 euro bir şey ödüyorsunuz karşılığında da tabii.

22 Aralık 2012 Cumartesi

portekiz 102: hava, su, ekmek


lizbon ve porto enlem olarak marmara civarına denk gelir, lakin ikisi de okyanustan bol rüzgar, bol yağmur alır, açıklıktır, ağaçlıktır, karadeniz gibi yeşil, istanbul gibi tepe tepe yüksektir. benim gittiğim gibi kasım ayında gitmeyi planlıyorsanız söyleyeceğim tek şey havanın soğuk olacağıdır.

orada yaşayanların söylediğine göre hava nisandan ekime kadar oldukça sıcak oluyormuş. erken ilkbaharda veya geç sonbaharda gitmeyi planlıyorsanız kalın kazaklar ve içi sıcacık polarlı uzun bir yağmurluk iş görecektir. yağmur ve fırtına bahar-kış aylarında portekiz'in karakteri gibi bir şey. diğer forum ve bloglarda yazdıkları gibi güneşli günler yok mu derseniz, evet var, ama yüksek yerlerde rüzgar gene de dondurucu. sen bile bile kalkıp kasımda gittin iyi mi oldu derseniz, ne iyi ne kötü oldu derim. incecik trikolarımın üzerine kapüşonlu polarımı üzerine de deri montumu giyip donduğum günler kadar, güneşte kemiklerimi ısıttığım günlerim de oldu.

18 Aralık 2012 Salı

portekiz 101

ben varmayı değil de yolda olmayı sevdiğimden olsa gerek hayallerimde yalnızca giderken görüyorum kendimi hep; hiç düşünmüyorum ve planlamıyorum, sadece uçağa atlıyorum ve gidiyorum, o kadar. oysa insan öyle elini kolunu sallaya sallaya atlayıp bir uçağa -veya tardisine gidemiyor. böyle bir dünya henüz yok maalesef; en azından sorumluluk hissiyatına sahip, planlı insanlar için. çantalar hazırlanacak, şehrin merkezi yerleri tespit edilecek, ona göre hostel bulunacak, otobüslere metroya ulaşıma bakılacak, gezmeye değer yerler ve değmeyecek yerler araştırılacak.. gezme işi angaryası çok bir iş ne yazıkki.

kısmen aydınlatıcı olsalar da portekiz'le, özellikle de lizbon'la ilgili blog yazıları ya çok eski ya da çok şahsiydi, porto'yla ilgiliyse nerdeyse hemen hemen hiç kimse bir şey yazma gereği duymamış -halbuki ne güzel bir şehir! ben de bilgilendirici bir yazı yazmayı kendime görev edindim. öyleyse başlayalım.


nasıl gideriz?
lizbon-istanbul arası direkt uçuşlar thy'nın orta uzun uçuşu ile 4 saat 20 dakika sürüyor, inmesi kalkması derken de 5 saati buluyor. biletler benim gibi bir kampanya yakalayamadıysanız gidiş dönüş 400 tl civarından başlıyor. yol uzun, uçak sıkıcı. ama thy bir soğuk, bir sıcak, bir de yemek servisi olmak üzere üç defa servis yapıyor, entegre tv'nin de faydası çok tabii. en güzeli hostesten bir yastık bir de polar battaniye isteyip tv'den  bir iki film seyretmek, sonra gelsin şaraplar, biralar, gelsin mis gibi yemekler, kahveler, çaylar.

15 Aralık 2012 Cumartesi

hür kuş: beklenmedik yolculuk

yemyeşil tepelerin üstünde nehre hakim rengarenk eski evler, evlerin minnacık balkonlarından sarkan çiçek kokulu çamaşırlar, beyaz kuleli kiliseler, kulelerden çıkılan masmavi gökyüzü, surlarla çevrili kaleler, kalelerin gözetleme kulelerinden hakim ayaklar altında şehirler ormanlar nehirler bulutlar, ilerde sonu olmayan okyanus, okyanusta bir zamanlar dünyayı keşfeden gemilerin havada asılı kalmış dumanları, dumanların izinden köprüler, siyah beyaz bir resimden esin alınmış da çizilmiş gibi desenli yollar, yolların ötesinde mermer saraylar..

bir zaman bir cennet var ise izleri portekiz'de gün ışığı gibi parlıyor hala.

bir buçuk ay öncesi..

eylül ayının sonları, doğum günümden birkaç gün öncesi, yazın 1 aylık karadeniz gezisinden sebep başka yere gidememiş bünye kış yaklaşırken telaşlı, kar yağacak da yollar kapanacak, soğuk olacak da gezemeyecek diye korku dolu. tembel eli mouse'u oynatıyor; düzenli aralıklarla hava yolu firmalarının sitelerini geziyor, pegasustan türk hava yollarına, easyjetten sunexpresse, skyscannerda genel bir aramadan bluexpresse iberiaya ve ordan nicelerine. telaşlı bünye bir de kaygılı, çünkü azcık parası uçak parasına anca yetiyor, belki bir de birkaç günlük hostel parası çıkıyor kırmızı telefon kulübesi kumbarayı boşaltınca.. thy'ye bakmak dahi istemiyor, çünkü ordan bir bilet alabilmesi için önce bir iş bulmalı. hem nereye gidecek, paris'te bir haftasonu?  prag'tan budapeşte'ye bir orta avrupa turu? almanya'da bir hafta? gönül venedik'te gezmek istiyor yine, daracık sokaklarda, geniş meydanlarda, köprülerde yürümek, lagüne karşı kahve yudumlamak istiyor.

29 Kasım 2012 Perşembe

çilek tarlalarında sonsuzluğa

durgun esmer bir yüzü, esmer yüzüne dökülen siyah saçları, siyah saçlarının altından parlayan siyah gözleri vardı, her şeyi olağan kılan güzel bir ifadesi ve alaylı dudakları da.
şimdi sonsuzluğun içinde düşten düşe uçuyor güzel ruhu, düşlerimden düşlerime, güzel günlerimden kötü günlerime ve sevincimden kederime her anımda ve her yanımda..



9 Ekim 2012 Salı

hayal etmeyi öğreten adam.

duvarımda john lennon'ın siyah beyaz bir resmi, gözlerini bana dikmiş her hareketimi izliyor; dikkatle, biraz yargılar gibi. dikkatli bakarsam hafif bir alayla gülümsediğini de görüyorum. 13 senedir orada o resim ve ben odamda asla yalnız değilim. ağlarken, gülerken, şarkı söylerken, sinirliyken, keyifliyken, kendi kendime söylenirken gözüm ona kayıyor, bana bakıyor! sağa eğiliyorum, sola eğiliyorum, odanın köşesine çekiliyorum; bakışlarından kaçamıyorum. her hareketimi kontrol ediyor, iyi bir insan mıyım hala, yoksa kötü kalpli biri mi oluyorum, mantıklı mı düşünüyorum yoksa kendimi gülünç bir duruma mı sokmuşum, hepsini okuyorum gözlerinden, sanki yaşıyor; odamda, benimle, yaşlanmadan, hareket etmeden, "sakin" diyor sanki durmadan "sakin ol".
odamda hareketlerim yapmacıklaşıyor, ona iyi görünmek istiyorum, iyi bir kalbim olduğuna ikna olmasını istiyorum. bu yıllardır böyle sürüp gidiyor.. evden uzak kalıp geri döndüğümde odama girip konuştuğum ilk şey o oluyor, gülümsüyor sanki beni görünce, resimdeki ciddi ifadesi yumuşuyor: "eve hoş geldin".

4 Ekim 2012 Perşembe

nasıl yapsak olur?

aylardır bir depresyon şarkısı söyleyip duruyorum, psikolojik danışman olan ablam duruma el koydu: "bu depresif hal senin doğal halin, hissettiğin şey yalnızca bahar bunalımı". hımm öyle mi.. peki o zaman. bu da bi şeydir.
birkaç gündür bunu düşünüyorum, okul bittikten sonra bir ne yapıcam ben bunalımına düştüğüm doğrudur, iş mi baksam, yüksek lisans mı yapsam, bir yerlere mi gitsem, ölsem mi napsam.. sorular soruları, kararlar kararları kovaladı, sonuç olarak bir gün ders çalışıp, bir gün uçak bileti bakıp, öteki gün akşama kadar uyuyorum, evdeyim yani. açıkçası iş aramayı bilmiyorum, diğer mezun arkadaşlarım bankalarda, denetim şirketlerinde, ne bileyim şirkette, çaycıda çalışıyor, yapıyorlar bir şey. kariyer'de başvuru mu yapsam, işkur'a mı gitsem (duruyo mu o hala?), kapı kapı gezip cv mi dağıtsam?? bense çok net bir biçimde "yok hacı ben çalışmıycam, hayallerim var benim" deyip çıktım işin içinden, evdekilerden de ses çıkmayınca yayıldıkça yayıldım. sonuç: sabah erken kalkmak için sebep bulamıyorum, abur cuburla kilo alıyorum, 2 gün pilates yapıp, 3 gün ders çalışıyorum. ekim geldi, 2 gün önce doğum günümü kutladım o da geçti. oysa doğum günümden çok umutluydum, sabah kalkınca hayatımın en önemli kararlarını vermiş halde uyanıcam sanıyordum, sabah kalkamadım bu bir, bir önceki günden farklı hissetmiyordum bu da iki. halbuki özel günler de insan özel şeyler olsun diye bekliyor. bu örnekteki gibi doğum günü olsun, yılbaşı olsun, sevgililer günü olsun.. yılbaşı kararları diye bir şey vardır, bu da bi gerçektir bu arada, yılbaşında alınan kararların deadline'ı ise artı eksi 2 gündür, sağlık olsun, yeni yıllar çok.

bugün akşam balkonda oturup istanbul manzarasına bakarken yine kararlar aldım. halbuki ben her 3 günde bir kararlar alan 2. gün hiçbir şey yapmadan ağzından akan suların ıslaklığından uykusu kaçan insanların önde gideni geride kalmayanıyım. oysa irade göstermek zor bir şey mi? çok zor geliyor bana, nasıl da kararlıyım bi taneyim ben bi tane diye yanağımdan makas aldığım günlerin ertesinde olsun yeaağ yiyeyim bir çikolata olmaz bir şey diyorum mesela.

kararların uygulanacağı bir gün gelecek mi, gelir mi? google'a yazdım çıkmadı bir şey, o bile bilmiyorsa ben nerden bileyim:)



1 Ekim 2012 Pazartesi

beatles'ın peşinde: liverpool bölüm 2.

luna, beni şaşırtarak gelmekle kalmamış, benim düşünemediğim bir şey yaparak hostelin resepsiyonundan bir kıyak almıştı:  beatles story'ye giriş için 2 al 1 öde bileti! burdan alınan biletle ayrıca (pier head'deki) the fab4 experience, fab4d  ve the white feather spirit of lennon'a da giriliyor. the beatles hidden gallery'de burada ama o zaten ücretsiz olduğu için biletle bir ilgisi yok.

uzun lafın kısası, 2 bilete 6'şardan 12 pound'umuzu verip biletlerimizi aldık ve beatles story'ye girdik. beni nasıl da duygudan duyguya sürükledi burası! sanki bir kitaptan beatles'ın hikayesini okuyordum; nasıl doğdular, nasıl ünlü oldular, nasıl dağıldılar.. girişte kahramanlarımızın çocukluk fotoğrafları karşılıyor bizi, ilk gitarları, tanışmaları, almanya turnesi, mathew street, ki gerçekten de birebir sokağın kendisi; yolu, duvarları, her şeyi!, amerika turnesine giderken bindikleri uçak -koltuklarıyla, manzarasıyla, yellow submarine, magical mystery tour.. her şey detaylıydı, her şey müthiş sergilenmişti. magical mystery tour'da bitmiyordu tabi hikaye, ama ben öyle şanslı bir insanım ki, tam bu noktada yangın alarmı çalmaya başladı beatles story'de :) itfaiyenin gidişinden sonra tekrar girdik içeri, ikinci defa dolanmış oldum ben de. beatles story, beatles resimleriyle dekore edilmiş bir starbucks ve onunla bağlantılı beatles story shop'la son buluyor. tamamıyla muhteşem düşünülmüş, muhteşem hazırlanmış bir yer, girişi 100 pound olsa bile değer buraya girmeye. üstelik shop kısmı da pahalı değildi, oldukça makul fiyatlarla satıyordu binbir çeşit beatles eşyasını.

30 Eylül 2012 Pazar

beatles'ın peşinde: liverpool bölüm 1.

merseyside, kafamda yanarlı dönerli devasa tabelalar gibi parlayıp duruyor günlerdir, belki de bu yüzden geçen 1 yılın ardından liverpool'la ilgili konuşma isteğini bir kez daha duyuyorum içimde.

liverpool! adına şiirler yazılası, şarkılar söylenesi güzel şehir. beatles'ın ana vatanı. şehir için pek o kadar olmasa da, benim için her karışı beatles kokan, rüzgarı beatles esen, suyu beatles, ekmeği beatles muhteşem şehir. o kadar özel bir yer ki liverpool, dünyada eşi benzeri yok.

öğle vakti liverpool'a indiğimde şaşılacak kadar güneşli, ılık, parıl parıl bir gün karşıladı beni coach station'da.  albert dock tabelalarını ayağım yere değmeden, uçarak izledim hostelime varmak için. mermerden görkemli evler yok liverpool'da, kırmızı tuğladan eski kuzey evleri var sıra sıra, bir zaman makinesinden çıkmışım da, tarihin içinde bulmuşum gibi hissediyordum kendimi.. öyle yavaş yürüyordum ki, çantamı peşimden sürüklemiyor, tekerleğine takılmış bir kağıt parçası gibi aheste onunla ilerliyordum.

o kadar heyecanlıydım ki, kelimelere dökmekte zorlanıyorum, bir an ağlama isteğiyle doluyordum, bir an deliler gibi gülmek istiyordum, bir an dışarı adım bile atmak istemiyordum, bir diğer an bütün şehri uçarak gezmek istiyordum..

bir interrail hikayesi: italya'ya nasıl gittik?

haydi yapalım deyince, çok üşenmediysem, yapacak potansiyelim bulunduğundan; üniversitenin ikinci yılında pek sevgili arkadaşım wilson ile interrailımızı yapmaya karar verdik. bende oturdum, aslında elime yüzüme bulaştırdığım ama o zaman için mantıklı gelen bir plan yaptım.

biliyorum siz de öylesiniz: ilk yurt dışı gezim olacağı için avrupa'da ayak basmadık toprak parçası bırakmak istemiyordum, ama mantıklı her insanın düşünmeden söyleyeceği gibi 22 günde 22 ülke, hatta 22 günde 10 ülke bile gezmek mümkün değildir; hah belki de mümkündür ama en azından sağlıklı değildir. 

planlarım öncelikle en üst ülke rakamını tutturmaktı. bu yüzden büyükçe bir plan hazırladım: italya'dan avusturya, çek, almanya, hollanda, belçika, fransa rotasını izleyecek ispanya'da bitirecektik. ve çok şükür böyle bir şey olmadı.
interrailcılar genelde yunanistan üzerinden italya ve sonrasında bu rotayı izleyerek plan yaparlar, her ülkede iki gece kalınacak, gece treni kullanılacak, trende uyunduğu için minimum kalma parası ödenecek. fakat buradaki mantıksızlığı görebiliyorsunuz diğ mi? gezi planlamak da ayrıntılarda saklıdır. bir ülkede iki gün kalmak nedir arkadaş? taksimi gezdin döndün gibi bir şey bu.
ve sıradaki öğüt  "yeağ ben sadece büyük şehirleri görücem zaten iki gün yeter hatta bazısına birer gün bile yetermiş diyolar" diyenler için geliyor.
bazı şehirlerin küçük olduğu, porto gibi, bratislava gibi örneğin, gezmek için 1 veya 2 günün yeteceği doğrudur. ama hesaba katılması gereken bu işin bilgisayar başında haritadan yer seçmeye benzemediğidir. 5-10 ülkeden bahsediyorsunuz, gece treni diyorsunuz, bunlar eşittir kalitesiz uyku, su toplamış ayaklar, az para maksimum tasarruf ve yarı tok akşamlar.
şimdiki aklım 18 yaşımın enerjisinde olsa yapacağım şey şu olurdu: birbirine yakın birkaç ülke seçer tadını çıkara çıkara gezerdim; italya, avusturya, çek, almanya mesela veya almanya, hollanda, fransa veya.. ne dersiniz gençler yapalım mı bir interrail :) fakat şu anki aklım şu yaşımda olduğu için diyeceğim şudur ki, sakin olun, her defasında bir ülke. italya'ya gidin örneğin 2 hafta, ispanya'ya gidin, parklarda, kafelerde oturun, binalara bakıp müzeleri gezip dönmeyin sadece, şehirlerin keyfini de çıkarın.

peki bütçe planlaması? neye ne kadar gidecek? ben gezilerimi planlarken gerçekçi bir bütçe planlaması yapabilmek için öncelikle hostel araştırması yaparım: 3-5 euro aşağı ve yukarı oynasa da diyelim ki -günlük 20 euro artı günlük yemek masrafı, o da ortalama günlük 15 euro artı günlük ulaşım masrafı, ona da diyelimki 5 euro, bunları toplayıp kalınacak gün sayısı ile çarpalım. bir de bunlara şehirler veya ülkeler arası ulaşımı da, internet araştırması sonucu bulduğumuz fiyatları dikkate alarak, katalım. ta taa işte hazır :) bu, gidince yanınızda olması gereken miktar tabi, daha az veya çok harcarsınız o ayrı, biz ortalama bir fiyat çıkardık. bütün masraflar için buna interrail bileti, uçak ve vize parasını da ekleyin.

28 Ağustos 2012 Salı

kuzeyde bir güney şehri: batum

gözlerinizi kapayın ve yeşil-mavinin kenarında, uçsuz bucaksız taşlı bir sahili, parlak güneşin altında gölgeli uzun bambu ağaçlarını, altın heykelli büyük çeşmeleri, geniş meydanları, ahşap pencerelerden eski perdelerin uçuştuğu avlulu evleri, kırmızı kiremitten kiliseleri, sivri çatılı saat kulelerini, arnavut kaldırımlı dar sokakları, beyaz gövdeli okaliptüs ağaçlarını, denizi, ormanı, şehri ve pasparlak sarı güneşi düşünün. işte burası batum.
dik çatılı, sivri kuleleriyle kuzeyi, sabahın en erken saatinde 30 derecenin üzerindeki sıcaklığı, caddelerde pareolarıyla gezen incecik sarışın kızları, az katlı, pastel boyalı avlulu minik evleriyle güneydeki sahil kasabalarını hatırlatıyor insana.

batum'un dış mahalleleri sefalet içinde, öyle fakir, komünist dönemden kalan çok katlı apartmanların dış cepheleri ya teneke ile ya plastikle kapatılmış yağmur girmesin soğuğu tutsun diye, insanda bir merhamet duygusu uyandırıyor. modern karadeniz sahiliyse insanın içinden bir kıskançlık dalgası geçmesine sebep oluyor; birkaç kilometre ötesinde aynı sahil bomboş, kıyı köyleri karadenizin korkunç mimarisiyle düzensiz, boyasız, estetik olmayan her şeye örnek olabilecek kadar zevksiz uzayıp gidiyor.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

holmesvari bir inceleme

uzun zamandır yazmak için binbir sebebim olsa da bir türlü gereken şartları bulamadım, 2012'de sınırlı internetle yaşamak zor, buna telefonun dahi zor çektiği karadeniz yaylalarındaki 3 hafta da eklenince kendimi, kendi kendime mazur görüyorum.
her ne kadar karadeniz'den, gürcistan'dan, gezmekten, dolanmaktan bahsetmek istesem de, şu son 2 günde okuduğum 2 kitapla ilgili yazma isteğim dayanılmaz noktaya geldi. peki nedir bu 2 kitapta böylesine beni delirten? bir kitap okudum hayatım değişti derler ya ben 2 kitap okudum hiçbir şey olmadı. aksine canım sıkıldı, sayfaları bitse de gitsek bu da kafa yani diye geçtim.
milyonlarca basılı kitaptan, okuduğum binlerce kitaptan (ki içlerinde muhteşem "hayat değiştiren" tatta kitaplar da olsa) değil de neden özellikle hoşuma dahi gitmeyen bu 2 kitaptan bahsetmek istiyorum?
sanırım show magazin tadındaki bu girişten sonra sadede gelmem yerinde olucak, şimdiden okumayı bırakanlara selam ederim:)

28 Temmuz 2012 Cumartesi

yeşile doymak: karadeniz.

uzungöl'de solaklı deresinin tam kenarında cennet motel'in çayhanesinde oturmuş semaverden çayımı içerken aslında düşündüğüm şeyler internetin ne kadar hızlı olduğu, şarjımın yetip yetmeyeceği, derenin sesinin ne kadar yüksek olduğu, ışığın etrafında uçuşan minik kelebekler.. halbuki arkamda yemyeşil çam ormanları, minik minik göletler, birer gölge gibi devasa dağ siluetleri, köpüklü gürül gürül nehir, ilerde koyu karanlık uzungöl..

15 Temmuz 2012 Pazar

avrupa'da gönüllü hizmet

avrupa gönüllü hizmeti (kısaca AGH veya ingilizce kısaltma olarak EVS -europen voluntary service-) herkesin duyduğu ama tam olarak ne olduğunu bilmediği, avrupa'da 18-30 yaş arası gençlere gönüllü olarak çalışma fırsatı sunan bir servistir.

türkiye'de bu işin genel sorumlusu ulusal ajanstır. linki http://www.ua.gov.tr/. gerekli tüm bilgileri bu siteden ayrıntılı şekilde edinebilirsiniz. (siteye bir göz atacaklar için unutmadan, ulusal ajans'ın avrupa gönüllü hizmeti bilgilendirme sayfasındaki başvuru tarihleri halihazırdaki projelere başvurmayı düşünenler için değil, kendi projesini sunmak isteyenler içindir.)


AGH projelerini sunan kurumlar, yatacak yer, yeme-içme, yol masraflarını karşılar, üzerine bir de minimum olsa da cep harçlığı verir. cep harçlıkları ülkelere göre değişse de aylık olarak 100-150 euroyu geçmez.
AGH'de haftada 30-35 saat çalışılır ve her hafta 2 gün, ayda artı 2 gün daha olmak üzere boş gününüz olur.
ingiltere hariç tüm ülkeler (ingiltere bu sorumluluktan kendini muaf tutmuştur), kendi dillerini öğretme yükümlülüğüne girmiştir. yani ispanya'da bir projeye gittiğinizde ispanyolca, almanya'ya bir projeye gittiğinizde almanca öğrenme şansınız olur. bu dil öğretimi haftalık çalışma saatine dahildir.
yani AGH, avrupa'da tüm masraflarınız karşılanacak şekilde, bir projeye katkı sağlayarak yaşayabileceğiniz muhteşem bir şeydir. yalnız önemli olan nokta, bunun bir tatil, uzun dönemli bir avrupa turu gibi algılanmaması gerektiğidir. çalışmanız ve değerinizi göstermeniz gerekir.

13 Temmuz 2012 Cuma

birmingham mı, niçin?

insan kendine neden birmingham'a gideyim ki diye bir sormalı. şehri kötülemek istemiyorum ama müthiş sıkıcı bir yer olduğunu en baştan söylemeliyim.
insan londra'yı görür görmez seviyor, birmingham'daysa insanın içi bir yanlış yapmış hisiyle doluyor.

birmingham, alışverişi seven bünyeler için güzel bir şehir. bullring de en güzel alternatif. şehrin göbeğinde, istasyonla bağlantılı devasa bir alışveriş merkezi burası. yanında yöresinde minik minik outlet'ler, yakın caddelerde binbir çeşit mağazalar.. örneğin la senza'dan 1 pound'a iç çamaşırları almak mümkün. devasa kitapçılarıyla da kitapseverler için çok çeşitli imkanlar sunuyor.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

kraliçeyle çay: londra bölüm 2.

bu hayatta beni en mutlu eden şeyi sorsalar, bir saniye dahi düşünmeden "beatles" derim. bu yüzden londra'ya gitmişken beatles'ın ayak izlerini takip etmemek sanırım olmayacaktır.

dördüncü günümde sabah erkenden kalkıp abbey road'a doğru yola çıktım avusturalyalı yeni arkadaşımla. abbey road, hostelime yürüyerek 20 dakika sürüyordu.sessiz, sakin, turist kalabalığından uzak bir yoldan üstelik de.
yürürken her yaya geçidinde burası olsa ne fark eder diye dalga geçti arkadaşım benimle ama farkı açıklamaya tenezzül dahi etmedim ben :)

abbey road, 40 yıl önce nasılsa hala öyleydi. sandım ki bir siyah araba duracak ve güle oynaya john, paul, ringo, george inecek arabadan, stüdyoya doğru koşturacaklar. zengin, bakımlı, ağaçlıklı çok ama çok güzel, güzelliğinden öte çok özel bir cadde.
yol boyunca yüzümdeki sırıtışa engel olamadım, bir araba çarpsa ölsem sanırım dünyanın en mutlu insanı olarak ölürdüm.


ünlü geçit, abbey road studios'un hemen önünde öyle karakterli duruyordu ki, sanki öneminden haberi vardı ve kasılıyordu gururla.
sabah çok erken olduğu için karşıdan karşıya geçerken fotoğraf çektirmeye çalışan fazla insan yoktu. bu yüzden 4 kişiyi tamamlayamadığım için de üzüldüm aslında. ama arkadaşım çok güzel resimlerimi çekti, mutluyken 15 kat daha mutlu oldum bende.




abbey road'da yaya geçidinin ve stüdyonun dışında başka bir şey yok. ama yakında (zaten yaşlı bir amca sürekli broşür dağıtıyor), bir beatles shop var. minnacık, miniminnacık bir dükkan, ama insanda öyle bir nostalji duygusu uyandırıyor ki o paha biçilemez, nostalji de beatles'la ilgili hikayeler anlatan yaşlı dükkan sahibi amcanın da çok ama çok büyük bir payı vardı tabi.


10 Temmuz 2012 Salı

kraliçeyle çay: londra bölüm 1.

londra. gri bulutların altında kırmızı dekorlu gri bir şehir. yemyeşil parkları, kibar insanları, düzgün sokakları, görkemli meydanları, iki katlı otobüsleri, siyah taksileri. bir an yağmurlu, bir diğer an güneşten sapsarı. caddelerinde yürürken.. bir saniye en baştan.

sabah 5. taksideyim. hava hala karanlık. yalnızım ve korkuyorum. birkaç dakika sonra atatürk havalimanı dış hatlar kapısından içeri gireceğim.
güneşin doğuşunu göremedim, ama bekleme salonunda doğmuş olduğunu görüyorum. istanbul'da bulutsuz masmavi bir gün. orada da böyle olacak mı? yalnızlığın tahminimden zor geçeceğini göremiyor muyum hala?
3 saat sonra uçak londra'nın üzerinde alçalıyor, thames'i, köprüleri, binaları, yolları, yeşil-kahverengi yamalı tarlaları görebiliyorum. alçalıyor, alçalıyor.. kaptan pilot konuşuyor: "londra'da hava açık, az bulutlu, 15 derece"

15 dakika sonra heathrow airport'un uzun koridorlarından, nemli metro istasyonuna iniyorum. metro eski, öyle sallanıyorki, bir elim emektar bavulumda, diğer elimi nereye koymam gerektiğinden emin bile değilim, yüzümde engelleyemediğim bir sırıtış var, karşımda oturan iki adama gülümsüyorum, onlarda kuşkulu geri gülümsüyorlar.

edgware road'da metrodan iniyorum. hostelim, metroya bitişik çok şirin bir pubın üstü: green man. eşyalarımı bırakıp kendimi sokağa atıyorum. nereye gittiğimi bilmiyorum, haritam yok. rastgele yürüyorum. arabalar bakmaya alışık olduğum yönün tersinden geliyor, karşıdan karşıya geçerken tedirgin ve yavaşım. bir kahve içtikten sonra arkadaşımla buluşuyorum, trafalgar'a götürüyor beni, merdivenlerde oturuyoruz bira içiyoruz. hava bulutlu, hayalimdeki londra'nın içinde sanki neverland'de gibiyim, mutluyum.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

peter pan

mezun olduğum bu günlerde içimde yine o eski telaşı duyuyorum: büyümek.

çocuklar hep büyümek ister, bense çocukken, büyümemeyi dilerdim. çok okuyan ve etrafını iyi gözlemleyen bir çocuk olduğumdan bunun yaşadığım dünyada mümkün olmadığının farkındaydım. büyümemenin tek ama tek bir yolu vardı: peter pan'i beklemek. peter pan'i ve beni neverland'e götüreceği o günü beklersem büyümekten kurtulabilirdim; çalışmak, okula gitmek, bir iş bulmak, evlenmek, sorumluluk almak zorunda kalmazdım o zaman, bütün vaktimi eğlenerek geçirebilirdim. korsanlarla savaşıp, denizkızlarıyla oynayıp, vahşilerle ittifaklar kurarak maceradan maceraya koşabilirdim. hem annemin sözünü dinlemek, temiz kıyafetler giymek, hava kararmadan eve dönmek zorunda da kalmazdım. belki tinker bell gibi bir perim de olurdu, onunla masmavi bir gökyüzünde bulutların içinde, yemyeşil ormanların, vadilerin, göllerin, mavi-yeşil denizin üzerinde özgürce uçardık, özgürce ve yalnızca mutlu şeyler düşünerek. çünkü neverland'da yalnızca peri tozu yetmez uçmak için, her çocuğun sahip olduğu gibi mutlu düşünceler tutar sizi havada.

peter pan'in gelebileceği umudu içimde öyle kuvvetliydi ki, geceler boyu penceremin önünde oturup gökyüzünü izlerdim, gökyüzünü izlemediğim zamanlardaysa kavalının sesini duymayı hayal ederdim. çünkü peter pan öyle güzel kaval çalar ki, perilerin kraliçesi bile hayran kalır ona ve ben dikkatle dinlersem duyabileceğimi düşünürdüm onu. hem neden olmasındı, neden gelmesindi beni almaya, wendy'si olabilirdim onun, ben de güzel hikayeler anlatırdım, kılıçlarla dövüşebilirdim.

sonra büyüdüğümü anladığım o anlar vardı. peter pan'in artık gelmeyeceğini, gelse bile onu göremeyeceğimi idrak ettiğim zamanlar. çok değer verdiğim ama aslında önemsiz eşyaları kaybettiğimde uzun uzun ağlardım. sonra bir fark etme anı, eğer büyümemiş olsam önemsemezdim, unutur giderdim. "altın kadar değerli bir şeyimi kaybettim peter, büyümek işte buna önem vermek"

çok geçti artık, ben büyümek zorundaydım ve asla neverland'e uçamayacaktım.

insan bir kere büyüyünce bir daha geri alamıyor zamanı.







26 Haziran 2012 Salı

londra'ya gelmeden hemen sağda

 her şeyden önce biraz pratik şeylerden bahsedeyim:

öncelikle londra'da çok sayıda havaalanı var, benim kullandığımsa iki tane. bunlardan biri, türkiye'den gidişimde indiğim heathrow, diğeriyse dönüşte kullandığım stansted havaalanları. heathrow, londra merkeze oldukça yakın ve ulaşım çok kolay, taksiyle 50 pound gibi bir paraya 1. bölgeye ulaşılabildiğini duymuştum, trense bana ucuz gelmemişti (heathrow airport sitesinden ulaşıma bakılabilir, fiyatları da yazıyor), bu yüzden ben metroyu kullanmayı tercih ettim. havaalanı içinden birkaç tabelayı izleyerek metroya hemen ulaşılıyor ve 45 dakika gibi bir sürede londra'ya ulaştırıyor.

ve işte şimdi uzun zamandır beklediğim an geldi: ulaşım nasıl olacak? londra'nın müthiş bir metro ağı var (london underground, "tube" olarak anılır, anılır mı denir tam olarak emin değilim ama anlaşılmıştır:), temsili olarak müthişliğinin tam olarak anlaşılması için google'dan aldığım şu resme bir bakılabilir:



oldukça karmaşık görünse de metro girişlerinde ücretsiz bir tube map alındığında (ki heathrow'dan itibaren hemen bir tane edinilmeli, başka türlü hayatta kalmak zorlaşacaktır) ve anonslar dinlendiğinde kolay bir karmaşası olduğu görülecektir. sol köşedeki mavi hat heathrow'dan kullanacağımız hat oluyor bu arada. 
yeri gelmişken, ben kendimi metro girişinde salak gibi hissettiğim için, okuyan ve ardından da giden hissetmesin diye metroda yapılması gerekenlerden bahsetmek istiyorum. ben gitmeden önce şehir içi ulaşımda ne kullanacağım, nasıl bir bilet almam gerektiği konusunda nettim. ama yine de londra'ya inişimin 15. dakikasında hala biraz şaşkındım haliyle, bu yüzden de bilincimi kaybetmiş gibi davrandığımı kabul etmem gerekir. 

25 Haziran 2012 Pazartesi

ingiltere için çanta hazırlama rehberi

ingiltere'ye ağustos ayında gittiğim için bu rehbere bir "yaz çantası hazırlama rehberi" de diyebiliriz. burada yanıltıcı olabilecek tek şey "yaz" kelimesi olacak. çünkü ingiltere demek yağmura ve soğuğa hazırlıklı olmak demektir.

temel şeyleri çantaya attıktan sonra (ki bunlar: iç çamaşırları, havlu, diş fırçası ve macunu, banyo malzemeleri -şampuan, duş jeli, lif, banyo terliği, hatta bir ufak sabun- gibi her yerde ihtiyaç duyulacak şeyler), kıyafet seçimini sonbahara göre yapmak gerekiyor.

ingiltere havası belli olmayan bir ülke. günlük güneşlik bir hava bir anda bulutlanıp deli gibi bir yağmurdan sonra tekrar düzelebilir ve ardından yeniden yağmur yağabilir.


regent's park'ta çektiğim bu resim durumu özetleyecektir. söz konusu gün, sırasıyla: sıcak, yağmur, soğuk, fırtına, güneş, yağmur, bulutlu bir hava, soğuk şeklinde bir seyir izlemişti.

mezuniyet sendromu

iki gün önce kep törenim vardı. kampüsün göbeğinde, ön bahçede inanılmaz bir kalabalıkta. canlı karadeniz müziği, fasıl, pop müzik konseri eşliğinde, alakalı alakasız herkesin konuşmasıyla 5 saat süren bir tören. geriye kalansa iki gündür geçmeyen ayak ağrısı, bir akşamdan kalmalık.

kep törenimden 10 gün önceyse mezuniyet balom vardı.

okulumun bittiğine, mezun olduğuma dair bu iki büyük seremoniden iki gün sonra ise çok önemli bir sınavım var ve sayılı zaman kala tabiiki ders çalışamıyorum, çalışmak istemiyorum. bunun 2 sebebi var: birincisi bu sınav okul ile artık tek bağım olduğundan ve öğrencilik hayatımı sonsuza kadar bitireceğinden bir boşvermişlik, bir aman bu da kalsıncılık, ne bileyim bir bıraksam da okulum uzasacılık var gizliden gizliye. ikincisiyse her şey bitmişken geriye kalan bu son sınavı yeterince ciddiye alamıyor olmam. halbuki çalışmam, hatta çok çalışmam lazım. 

kalan bu tek -ve birkaç yıldır vermeyi bir türlü başaramadığım zavallı dersimse, öğrenim hayatımın en zor derslerinden biri. günlerce çalışmamı gerektiricek, her sayfası ilim irfan bilgi dolu 400 sayfa! zor olduğu kadar da sıkıcı üstelik. püfff.

20 Haziran 2012 Çarşamba

ingiltere'ye ağlatmayan vize

ingiltere. bu ülkeye olan tutkumdan bir önceki yazımda oldukça romantik bir şekilde bahsettikten sonra biraz ciddiyet takınıp nasıl gidilecek, ben ne yaptım kısmına geldim artık. kendi adıma diyebilirimki, bu ülkeye gitmeden önce var olan bütün blogları, gezi tanıtım yazılarını ve geri kalan her şeyi okudum. okuduklarımın çoğu ansiklopedik bilgiler dışında çok az şey verdi bana orası ayrı. şimdi biraz daha ayrıntı bilgilere gireyim ve vize için birkaç şey söyleyeyim öyleyse.

ingiltere'ye uçak biletleri ucuzdur, çünkü vize süreci zordur diye birçok geyik duyulabilir ama baştan söylemek lazım, londra'ya direkt uçuşlar da dahil, biletler ucuz değildir (birkaç uzun ay öncesinden alınırsa 100 euroya gidiş dönüş bileti bulmak mümkündür, daha yakın birkaç aydaysa 300 tl gibi bir fiyata bilet bulunabilir, biraz kampanya takip etmek gerekiyor bunun için de. ama bu kampanyalı biletler için thy veya british airlines gibi hayaller kurmayalım, easyjet'i de 10 kg'lık kabin bagajı ve işlem maliyetlerinin yüksekliği yüzünden eleyelim, elimizde pegasus kalsın, ki 20 kg check-in bagajı ve 10 kg kabin bagajı artı kişisel eşyalarımızla dolu el çantamızı da yanımıza alabilelim), ama vize süreci gerçekten biraz zahmetlidir. vize vermeye gönülsüz olduklarından değil, her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmek istedikleri için talep ettikleri belgelerin çok olduğu için böyledir bu. "bana vize vermezler" diye ağlamaya gerek olmayacak bir süreçtir bu. gerekli şartları sağlayan birisine vize vermemeleri için bir sebep yok çünkü. gerekli şartlar ortalama olarak nedir, buna bakalım.

hostel korkusu ve hosteller

travellers house/lizbon
yıllar sonra gelen düzenleme:
belli bir yaşı geçtikten sonra, biliyorumki, artık başka kimselerle odanızı paylaşmak istemeyeceksiniz, bu yazı gençlerimize gelsin :)

kulağa, 78 insanla aynı koğuşta kalacakmışsınız gibi gelen hostellerle ilgili rehberime hoşgeldiniz :)

her şeyden önce hosteller konusunda endişelenecek bir şey yok. 
hosteller yurt düzeninde hizmet veren paylaşımlı odalara sahip, ucuz konaklama yerleridir. odaları karma olabileceği gibi cinsiyetlere ayrılmış da olabilir, hangisinde rahat edeceğiniz size kalmış.

18 Haziran 2012 Pazartesi

bir insan, bir tren, yollar ve yollar.

geçmiş bir zamanla ilgili yazma fikri aslında beni rahatsız ediyor. ama düşününce bir blog açma fikri geçmişte yaptığım, gelecekte yapmayı planladığım ve şimdi yapmak istediğim şeylerden bahsetmekti. o yüzden tuhaf kaçmayacaktır. bir yerden başlamak deyimi de şimdiki yazıma çok güzel uyuyor üstelik.

iki yaz öncesine kadar seyahat etmek sadece trende geçen birkaç manzaralı saatin saadetiydi. sonra, en yakın arkadaşlarımdan biriyle -her üniversite öğrencisinin hayali- interrail yaptığımız o yaz sanıyorumki benim için bir dönüm noktası oldu. hani artık "hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı" o anlardan biri gibi. bir başka yerde olma algım o yaz değişti. anladım ki ben gezmek için doğmuşum, beni ben yapan şey meğer buymuş. bir uçağa atlamak, bir başka ülkede uyanmak.. interrail gezimizin ayrıntılarına sonra gelmeyi düşünüyorum, çünkü her sene planlar yapmaya başladığım o döneme geldim ve gönlüm yalnız bir yerde şimdi. artık üniversiteden mezun olma arifesinde, işsiz adayı, kredisi birkaç ay içinde kesildiğinde beş parasız kalacak, arafta biriyim. ve sanırım elimde hayal kurmaktan, beklentilerden ve beklemekten başka da bir şey yok..

vapurlar falan


hayat ne tuhaf! ucuz bir filmin repliği gibi ama öyle gerçekten de (sanırım filmlerde ve karikatürlerde bu yüzden bu kadar popüler bu tespit, genellenebilecek ve kimsenin itiraz etmeyeceğinden emin olunabilecek bir çıkarım).

eskiden, ben küçükken yani daha eskisi değil, bakkala gitmek diye bi şey vardı, ekmek alınırdı (süt ve yoğurdun alındığı nadirdi, sabahları kapıya getirirlerdi birkaç çakal inek-koyun sahibi), gazete alınırdı (ki bütün bakkallarda olmazdı gazete, olduğu yerde mutlaka bir bayırın tepesi, kestirmesi olmayan bir sokağın sonu falan olurdu), gitmişken cips, çikolata, sulugöz de aınırdı tabi. marketleri ve "küçük esnaf"ın kepenk kapattığı geyiğini es geçerek, bir ileri seviyesinden şikayet etmek istiyorum. durup dururken aklıma gelmedi ama tabiki bu. sosyal tesisli, şehrin göbeğinde ama şehirden izole "yüksek" güvenlikli bir sitede marketi ziyaretim esnasında yolda düşündüm. yol diyorum ama tuhaf bir yol. önce otoparka inmek, ordan havuzun altındaki bir acil çıkış yolundan yürümek gerekiyor, sonra başka bir asansörle markete çıkılıyor.

yabancılaşmak.

gecenin ortasında her şey neden daha naif, daha soft görünüyor bana bilmiyorum. 17. kattaki bu evden, metrelerce aşağıdaki derenin kıyısında öten kurbağaların sesini duyabiliyorum.ama öncesinde bir şey itiraf etmeliyim..
i
lk duyduğum akşam önce ne olduğunu anlayamadım bu sesin, nerden ve bir böcekten mi yoksa bir kuş sürüsünden mi geldiğini idrak edemedim. elim "google"a gitti ama ne deyip aratacağımı bilemedim, tanımlayabileceğim bir şekil, aşina olduğum bir ses yoktu ortada. olsaydı bile nasıl anlatırdım ki? bir kahkahayı veya bir hıçkırık sesini nasıl tanımlar kelimelerle insan, hayatında hiç kahkaha veya hıçkırık sesi duymamış bir başka insana? (bu, cahil biriyle, ne bileyim, tolstoy konuşmak gibi mesela.)

internetten aratamadığım ve öğrenemeyeceğim bir bilginin var olduğu fikri beni o kadar rahatsız etti ki, eski usule başvurdum: bir büyüğe danışmak. birkaç yönlendirici soru ve cümleyle öğrendimki 17. kata gelen ses kurbağa sesiymiş. hayat gerçekten ne garip! eskiden annanemlere köye gittiğimizde su başında oynarken siğil yapar diye bucak bucak kaçtığım, siyah tombul yavrularının acımadan yollarını kestiğim kurbağalar, fantastik ve artık kaybolmaya yüz tutmuş bir şehir efsanesi gibi şehrin göbeğinde buldu beni. ve ne olduğunu bilmediğini itiraf edecek kadar yürekli birini bile rencide edebilecek bir cehaletle ben bir kurbağayı tanıyamadım. kurbağa yahu! yeşil, veya cinsine göre başka renklerde, hani öpünce prense dönüşen, zıplayan, yapışkanlı diliyle böcek avlayan, görenlerin kaygan ve nemli derisiyle midesini kaldıran, pörtlek gözlü yaratık hani? merak ediyorum da kaç kişi benim düştüğüm cehalete düşmezdi, bir kurbağayı sesinden tanıyabilirdi görmeden?
bugün kurbağayı tanıyamadım, peki ya yarın? bir martıyı bir güvercinden mi ayırt edemeyeceğim? veya bir karabatağı bir ördekten? ne bileyim insanı insandan mı seçemeyeceğim?

insan kusurlarını gözden geçirirken böyle bir ayrıntıya takılmaz. ama çok önemli değil mi bu ya? yalnız ve yalnız bana mı acayip geliyor..? sanırım bu daha da enteresan, eğerki yalnızca ben takıyorsam bunu kafama..


17 Haziran 2012 Pazar

çoğunlukla zararsız


sanırım adet bir giriş yapmak öncelikle, ben bir şeylere başlamak konusunda hep zorlanmışımdır üstelik, neresinden nasıl başlamalı, birine mi hitap etmeli okuyan olacakmış gibi, yoksa bir günlüğe yazar gibi ergen ergen mi anlatmalı?
anlatmak istediğim çok şey var gibi geliyor bazen, bir anlatmaya başlasam duramayacakmışım, susturulamayacakmışım gibi. yazmak, kendimi ifade etme isteğimin dışavurumu adeta, kitaplar, rüyalar ve hayallerle yaşayan bir düşperestin kağıttan veya buluttan arkadaşları yanında yoksa sosyalleşme isteğini gidermesi zor..yalnızlık yani kısaca.. oysa isteğim; lost adasının tadı, tardis’in içi, neverland’de bir gün. her şeyden biraz.. bir meraklının hevesi.
anılar biriktirmeyi seviyorum ben, minik resimler çekmeyi, bir kuşun gözlerinin içine bakmayı,bulutları izlemeyi, anlamsız şeylere anlam yüklemeyi; hayatta her şey kaçırılamayacak kadar güzel. insan başını kaldırıp birazcık minnacık da olsa etrafına baktığı zaman bunu görebilir, bir gu-guk kuşunun nasıl ilgiyle baktığını, bir kedinin oyun istediğini, bembeyaz pamuktan bulutların devinimlerini, yeni çiçek açmış bir ağacı, üzgün bir insanı, bir kahkaha sesini, uzaktan duyulan bir müziği.. kendimi durdurmasam ekleyebileceğim binlerce milyonlarca şeyi.. bir kere dikkat edince çevreye, kendini alamıyor insan ona dahil olma isteğinden. minnacık dünyasında içi içine sığmıyor.. önüne geçilemez bir sıkıntı alıyor yerini sonra ama, depresif bir ruh hali, her şey öylesine güzelken kötü olma duygusu, onulamaz bir bunalım ve en sonra da benim gibi anlatmak istiyor, anlatmak atmak içinden.
her zaman böyle değilim ama ben, bazen bir an geliyor bunalıyorum, sonra geçiyor, geçince de dünyanın en mutlu insanı ben oluyorum.
sonra bir de kitaplar var beni mutlu yapan.. kitapların sihirli fantastik dünyası, bir paralel evren. her şeyin bir dokunuşla değiştiği bir ütopya.. iyi, kötü, çirkin, gözalıcı.. depresif, mutlu.. annenin çocuğuna anlattığı bir peri masalı. alternatif bir dünya.. koşabildiğine uzaklaşabiliyor insan kendinden. ve gezmek.. bilinmeyen bir ülkenin sokaklarında merakla yürümek. bilinmeyeni bilmeye öğrenmeye bir macera. anlaşılmayan bir dilin tınısı..
tutkulu bir meraklının anıları.
öyle umuyorum en azından..