Sayfalar

28 Temmuz 2012 Cumartesi

yeşile doymak: karadeniz.

uzungöl'de solaklı deresinin tam kenarında cennet motel'in çayhanesinde oturmuş semaverden çayımı içerken aslında düşündüğüm şeyler internetin ne kadar hızlı olduğu, şarjımın yetip yetmeyeceği, derenin sesinin ne kadar yüksek olduğu, ışığın etrafında uçuşan minik kelebekler.. halbuki arkamda yemyeşil çam ormanları, minik minik göletler, birer gölge gibi devasa dağ siluetleri, köpüklü gürül gürül nehir, ilerde koyu karanlık uzungöl..

karadeniz'e ilk gelişim ama sanmıyorum ki son olsun. sabahın erken saati trabzon havalimanına inip, havaş'la arhavi'ye geçtim. yol uzundu, sabah yorgundum, hatrımda kalan uçsuz bucaksız açık mavi bir deniz, kıvrıla kıvrıla giden bir yol, bir tarafta yeşil dağlar, dağların eteklerinde düzensiz şehirler. 

gürcistan sınırında sarp'a yakın kemalpaşa diye bir köyde, dağların hemen arkasında, annemin deyimiyle "babamın dağı", denize yakın bir apartman dairesinde günler geçmek bilmiyor. öyle bunaltıcı öyle nemli öyle kapalı bir hava ki nefes almak mümkün değil.
ama taşlı kumsal, alabildiğine deniz, ramazanda bomboş..









lakin karadeniz'e oturmaya gelmedik, ilk ziyaret ayder yaylası'na. ayder'e zannediyorumki (rize ile arhavi arasında kalıyor), ardeşen'den, pazar'dan veya bağlı olduğu çamlıhemşin'den minibüsler çıkıyor, fakat ne gerek! yemyeşil yüksek tepeli güzelim kaçkar dağları'nın eteklerindeki, bir zaman cennetten bir köşe olduğu belli olan bu güzel yaylada insan eli değmedik tek bir köşe dahi kalmamış. her yer otel, kafe, restoran, bakkal, market, hediyelik eşya dükkanı. yeşillikle uzaktan göründüğü kadar, ayak basmaya bir parça dahi yok. ama o dağlar, güzelim, yemyeşil ağaçlarla kaplı, çam kokulu, akşam üzeri tepeleri sisli yüksek dağlar.. orada konuştuğumuz insanlar, biraz daha yukarıdaki yaylaların el değmedik olduklarından bahsettiler, ama normal bir arabayla çıkmak mümkün değilmiş, çamlıhemşin'den minibüslerle, jeeplerle falan çıkılabilirmiş anca.


ikinci ziyaret mençuna şelalesi'ne. mençuna şelalesi ömrümde gördüğüm en güzel yerlerden birisi diyebilirim. arhavi'den tabelaları takip ede ede çifte köprülerin sağ tarafından delice akan nehrin çıkış yönüne doğru daracık toprak yoldan bir tarafta dağlar bir tarafta nehir bata çıka ilerledikten 15 dakika sonra şelaleye doğru artık arabayla ilerlenemeyecek kısma geliyor yol, bundan sonrasını yürümek mecburi. bu yolun sonunda oranın tek restoranı/kafesi/çay bahçesi sayılabilecek bir de yer var, sahipleri tavla oynamayı seven kişiler, çayınızı içerken tavla atabilirsiniz, çok da hoş sohbet insanlar.



mençuna'ya gelmeden, az önce bahsi geçen çifte köprüler'den de bahsetmek istiyorum. delice akan nehrin üstünde birbirlerine çapraz iki taş köprü. osmanlı zamanında biri 18. diğeri 19. yy'da yapılmış, asıl mimari görünüşünü korusa da restore etme adı altında yeniden inşaa etmişler, ama göze gene de hoş geliyorlar tabi.


mençuna şelalesi'ne doğru ilerlerken, bir yol ayrımı karşımıza çıkıyor. yollardan biri güzel ahşap bir köprüden yukarı doğru çıkıyor, nehir boyu ilerleyense dağların içine doğru gidiyor. şelale aksa aksa bu dereden akar diyerek biz ailecek dere boyu ormanın ve dağların içine doğru yaklaşık 1 saat yürüdük. yanlış yoldu, yorucuydu ama öyle güzel öyle güzeldi. sanki el değmemiş bir ada, bir dönemeçte sakinleyen bir diğer dönemeçte deli gibi kayaları döven nehir bir yanda, üzerlerinden yosunlar sarkan, patika yola eğilmiş yemyeşil ağaçlar, dik kaya duvarlar, kayaların arasından taa dağların tepesinden akan sular diğer yanda..
yanlış yolların en güzelinde, ciğerlerimizi zorlayan temiz havada yaptığımız yürüyüşten sonra, sürüne sürüne yolun başındaki restorana döndük biz. benim adım atacak halim yoktu, ama azimli ailem beni geride bırakıp şelaleye devam ettiler.

nehrin üzerindeki ahşap köprüyü geçtikten sonra, yukarı doğru dar ve dik bir patika çıkıyor, bu patikayı bir 20 dakika kadar takip ederseniz şelale karşınıza çıkacak, burada dağ manzarasını izleyebilir, ayaklarınızı buz gibi dağ suyuna sokup dinlenebilirsiniz de.


karadeniz, doğası muhteşem, şehirleri planlamadan nasibini almamış, her köşede çirkin bir apartmanıyla şehir hayatından kaçılması gereken yerlerden. yeşilin ve suyun memleketi demek, benim gibi bir iç anadolulu için sanırım hayranlık ifadesinden öte geçmeyecektir. 
dimdik dağlardaki çay tarlaları (nasıl topladıkları muamma), howl'ın yürüyen şatosu gibi püf desen yıkılacak gibi görünen ama en dik yamaçlarda ayakta duran tuhaf evleriyle (teleferikle mi çıkıyorlar, uçakla mı iniyorlar) insanın başını da döndüren bir yer aynı zamanda..


uzungöl'deyse akşam bitti, herkes evlerine dağıldı, ben yıldızların altında oturuyorum, dağlar birer gölge gibi ve nehrin gürültüsü başımı döndürüyor.. ama buraya sonra gelicem, bugünlük bu kadar.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder