Sayfalar

11 Temmuz 2012 Çarşamba

kraliçeyle çay: londra bölüm 2.

bu hayatta beni en mutlu eden şeyi sorsalar, bir saniye dahi düşünmeden "beatles" derim. bu yüzden londra'ya gitmişken beatles'ın ayak izlerini takip etmemek sanırım olmayacaktır.

dördüncü günümde sabah erkenden kalkıp abbey road'a doğru yola çıktım avusturalyalı yeni arkadaşımla. abbey road, hostelime yürüyerek 20 dakika sürüyordu.sessiz, sakin, turist kalabalığından uzak bir yoldan üstelik de.
yürürken her yaya geçidinde burası olsa ne fark eder diye dalga geçti arkadaşım benimle ama farkı açıklamaya tenezzül dahi etmedim ben :)

abbey road, 40 yıl önce nasılsa hala öyleydi. sandım ki bir siyah araba duracak ve güle oynaya john, paul, ringo, george inecek arabadan, stüdyoya doğru koşturacaklar. zengin, bakımlı, ağaçlıklı çok ama çok güzel, güzelliğinden öte çok özel bir cadde.
yol boyunca yüzümdeki sırıtışa engel olamadım, bir araba çarpsa ölsem sanırım dünyanın en mutlu insanı olarak ölürdüm.


ünlü geçit, abbey road studios'un hemen önünde öyle karakterli duruyordu ki, sanki öneminden haberi vardı ve kasılıyordu gururla.
sabah çok erken olduğu için karşıdan karşıya geçerken fotoğraf çektirmeye çalışan fazla insan yoktu. bu yüzden 4 kişiyi tamamlayamadığım için de üzüldüm aslında. ama arkadaşım çok güzel resimlerimi çekti, mutluyken 15 kat daha mutlu oldum bende.




abbey road'da yaya geçidinin ve stüdyonun dışında başka bir şey yok. ama yakında (zaten yaşlı bir amca sürekli broşür dağıtıyor), bir beatles shop var. minnacık, miniminnacık bir dükkan, ama insanda öyle bir nostalji duygusu uyandırıyor ki o paha biçilemez, nostalji de beatles'la ilgili hikayeler anlatan yaşlı dükkan sahibi amcanın da çok ama çok büyük bir payı vardı tabi.


kriket diye bir spordan haberiniz varsa, duyduysanız, izlediyseniz ve sevdiyseniz, abbey road dönüşünde lord's cricket ground'a uğramayı da unutmayınız.

günüm sevdiğim bir şeyin peşinde başladığı için sevdiğim ikinci bir şeyin, uzay ve zamanın ötesindeki hayallerimi teşvik eden doctor who'nun peşinde devam etsin istedim. 3. bölgede bir doctor who shop var. tam olarak upton park'da. metrodan inince bir 10 dakika sağ tarafa doğru yürüyün, aşağıdaki caddenin köşesindeki pubtan sola dönün, biraz ilerde dükkanı göreceksiniz. upper town, kelimenin tam anlamıyla "leş" bir yer. yürürken o kadar korktum ki, dönmeye de korkmasam gitmezdim. aslında green street hooligans filmini seyreden varsa semti oradan hatırlayacaktır. west ham united stadı tam burada, perişanlığın ortasında, upton park varoşlarında. yüriyceğiniz cadde de "green street" :) bu arada filmi izlemeyen varsa şiddetle tavsiye ediyorum.


the who shop, fazlaca büyük olmayan ama her türlü doctor who ıvır zıvırıyla dolu bir yer. dükkanın bir köşesinde kocaman bir tardis var ama nedense sahibi fotoğraf çekilmesine izin vermiyor. oranın fazlaca bilinen bir yer olduğunu sanmıyorum, gittiğim öğle saatinde yalnızca 2 kişi vardı dükkanda. ben de birkaç parça bir şey alıp hızla uzaklaştım oradan. ama siz siz olun beğendiğiniz, alsam mı almasam mı, amaaan başka bir yerde de görürüm dediğiniz bir şey varsa, demeyin, alın gitsin, çünkü başka bir yerde bulamayabilirsiniz benden söylemesi.

londra'nın gece hayatı nasıl diye merak eden varsa ben de lafı tam oraya getiriyordum şimdi. londra'da yaşayan başka bir arkadaşımla aynı akşam gecelere aktık. tower bridge'e yürürken geçen yazımda bahsettiğim hay's galleria'nın yakınında adını birtürlü hatırlayamadığım dışarı masa atmış çok hoş pubta başlayıp soho'daki ucuz öğrenci publarını, gay barlarını, covent garden'daki pubları, eğlenceli clubları gezerek bir geceyi geçirmek muhteşem. piccadilly, sabah 6'da dahi kalabalık. bizim yaptığımız gibi eros heykelinin altında gün doğana kadar oturabilirsiniz de her yer kapandıktan sonra.
soho muhteşem eğlenceli bir yer. publar 12'de kapanıyor sanırım tek eksik bu. ama clublar 3'e kadar açık. genel olarak çoğunda giriş ücreti var, ama çiftler için ücretsiz veya düşük ücretli girişi olan clublarda çok. zaten siz yolda yürürken kolunuzdan çekip sizi içeri sokmaya çalışan  bir milyon insan olucak. biraz pazarlık yapmanın sonra da peşlerinden gitmenin hiçbir sakıncası yok.
soho'daki publarda her çeşit biradan denemeyi unutmayın, içki ucuz bir şey zaten, sakın tek bir biraya takılıp kalmayın, yerel biralardan için gitsin. benim favorim guinness'i de unutmayın. zaten ingiltere'deki hiçbir pubta "bira" kavramı yok. "bir bira alabilir miyim?" dediğinizde "hangisi, ne birası?" sorusu gelecektir. biranın adını söylemezseniz hiçbir şeycik alamazsınız.


ertesi gün, bir diğer arkadaşımla camden town'a gittik. camden town, efsanevi bir yer. nereye benzeteceğimi bilemiyorum. çılgın tiplerin takıldığı, çılgın bir yer hayal edin, kalabalığı, hiçbir şey yapmadan eğlenmeyi de buna ekleyin, işte camden town öyle bir yer. mağazalar, bakkallar, publar, restoranlar.. camden market, camden town'da koskocaman bir yer. akla hayale gelebilecek tüm dünya mutfaklarından yemekler var burada. şık restoranlar falan değil, seyyar mı desem nasıl desem, ortaköydeki kumpirciler gibi diyeyim, içine onu koy bunu koyma diye yönlendiriyoruz sahiplerini. denemekten çekinmeyin. plastik tabaklarda yemeği alıp banklara, masalara oturuyoruz. yemek yenecek yerlerin dışında vintage ikinci el eşyalar, takılar, boncuklar, kıyafetler, çantalar her şey satılıyor. çok efsane bir yer. 
biz yemeğimizi yedikten sonra camden town'daki kanalın (nedense burası hem amsterdam gibi hem değil) kenarında diğer yüzlerce insanla hava kararana kadar marketten aldığımız türlü türlü biralarımızı içerek oturduk. bizim gibi ginger beer nedir diye merak edip alırsanız hayalkırıklığınızı bana da anlatın, çünkü beer falan değil bildiğiniz kola'dır bu. elmalı bira ise sıcak öğle sonralarında içilebilecek iyi bir alternatif.
hava karardıktan sonra publarda yer bulmak biraz sıkıntı olsa da seçenek çok, aynı yerde sabit oturmadan, birkaç tanesini gezin. sonra gecenin ilerleyen saatlerinde yine biranızı veya ne içecekseniz marketten onu alıp kanalın kenarına gelin oturun. her daim kalabalık olduğu için ve camden town zaten tuhaf, marjinal bir yer olduğundan korkmanıza da gerek yok. gece belli bir saatten sonra publar kapandığından, publar kapandığı için daha geç saatlere kadar açık clublar giriş ücreti istemeye başladığından ne yapmak istiyorsanız bunlardan birinin kapısı önüne oturun, yapın. biz  gece otobüsüne binip hostele döneceğim durağın önünde (ki yanında bir club var ve önü deli kalabalık), oturduk nerdeyse sabahladık. insan böyle zamanlarda kendini asi, aykırı ve bunlar yüzünden çok ama çok iyi hissediyor. 
yani neymiş, camden town ilk 10'umuzda yer alıyor ve onun için 1 günümüzü ayırıyoruz ve bir çılgınlık yapıp sokakta sabahlıyoruz :)


ertesi gün, iki günün yorgunluğundan ölmek üzere olduğumdan sakin bir gün geçirmeyi çoktan kafama koymuştum, lakin kafam zaten kendiliğinden hala o kadar iyiydi ki bunun çok da bilinçli bir karar olduğunu da düşünmüyorum o zaman için ki zaten  daha önceden verilmiş bir sözüm zaten vardı. birkaç saatlik bir uykudan sonra, londra'ya çok yakın bir başka şehirden, colchester'dan (arkadaşım bu konuda çok hassas, colchester ingiltere'nin eski başkentlerinden biri, önemli bir şehir yani, adını duymadığınız için kendinizden utanın:)) arkadaşım geldi. 

arkadaşım üniversite için colchester'a geldiğinden beri londra'ya ilk defa dolaşmaya geliyordu. piccadilly'de buluştuk (şimdi öyle hoş geliyor ki kulağıma, taksim meydanda buluştuk demişim gibi, ama 2 bin km'de bambaşka bir ülke bu). oralara tam hakim olmadığım için soho'ya doğru yürüdük. soho'yla ilgili yanlış bir izlenim uyanmasın kafanızda, soho gündüz de dünyanın en hareketli yerlerinden biri. ben hala ayılmamış olduğumdan, arkadaşım da sabahın köründe yollara düştüğünden işe kahvaltıyla başladık. sandviç ve porselen demlikte bir çay, iki porselen fincan. sonrası benim artık 15. kere gittiğim big ben, london eye, london bridge, pub, tower bridge, globe theatre ve tower bridge'den geçip ilk defa gittiğim tower of london. yine her zamanki gibi içine girmesem de bu eski, muhteşem kale beni büyüledi. 











eski şeyler, kaleler, büyük taş binalar, tarih, tarihi her şey beni her zaman kendine hayran bırakmıştır. ve hava muhteşemdi, hırkamla geziyordum ama masmavi gökyüzünde bembeyaz bulutlarla bana masalsı bir izlenim veriyordu. tower of london'da plastik tabaklarda fish and chips yedik, güzeldi. bunları yapmak bütün bir günümüzü aldı desem yanlış olmaz. ardından paddington'a gidip oradan dağıldık:) 
hostelim daha önceden de söylediğim gibi edgware road'daydı, ama paddington'ın tam konumunu bilemediğim için oradan metroya bindim ama halbuki 50 metre yürümüş olsam edgware road'a ulaşacaktım. canım sağolsun:)


buckingham palace'da bir muhafız değişim töreni izlemek istiyorsanız gitmeden önce hangi gün ve saatlerde olduğuna bakmanız şart. ağustos ayında yanılmıyorsam tek sayılı günlerde sabah 11.30'da idi. ama bu saatin çoook öncesinde orada olmanız gerek. benim gittiğim gün, nasıl güzel güneşli bir gündü. 14 saatlik bir uykunun ardından sabah 10.30'da victoria'da idim. birkaç dakika içinde de akın akın saraya giden kalabalığa karışmıştım. kalabalık ama nasıl bir kalabalık. geç kaldığım için sarayın ön kapısındaki kalabalığın içinde ezildim. kapıya yakın ama ama havuzun etrafında bir konum bulabilirseniz değmeyin keyfinize :)

saat 11.30 olduğunda müzik sesi duyuldu. sonra orkestra göründü, müzik aletleriyle kırmızı üniformalı muhafızlar göründü. bu bir değişim töreni değil, ne bileyim bir show, bir gövde gösterisi olabilir bence olsa olsa. bir taburun ardından siyah tüylü şapkalarıyla diğer muhafızlar göründü. kapılar açıldı, saraya girdiler. saray bahçesinde çalan şarkıyı bir an anlayamadım, ama sonra.. we are the champions! içeride bunu çalıyorlardı ve muhteşemlerdi. kraliçe eğer ki içerideyse eminimki kıs kıs gülüyordur. soğuk denilen ingilizlerin sıcak şakası bence bu. sonra içerideki muhafızlar dışarı çıktı yine müzik eşliğinde, başka yönlerden uzaklaştılar gittiler ve tören bitti. gördüğüm en enteresan, en etkileyici, en değişik ve belki de en güzel gösteriydi. kesinlikle es geçilmemeli. sabah erkenden kalkıp gidip seyredilmeli. tören bittikten sonra sarayın dibindeki bahçelere gittim. hava öyle güzeldi ki şansıma inanmıyordum, hatta bir ara bir çılgınlık yapıp hırkamı çıkarmayı bile düşündüm :)


victoria'dan çıkınca, günümün kalan kısmını sessiz, sakin huzurla geçirmek istedim. hyde park'a gittim. ah, büyüleyici, muhteşem, yemyeşil hyde park! ve gün öyle güzeldi ki.. günlüğüme yazdığım sözcüklerle devam etmek istiyorum:
"bulutlar sanki tanrı'nın eliyle çizilmiş gibi, bir resmin göğü olabilir ancak, altında yemyeşil ağaçlar ve kuğularla dolu bir göl. bir an dikkat kesilsem peter'ın flütünü duyabilirim sanki.."


bir sonraki gün, hostelimdeki rezervasyonum bitmişti, ama ben londra'dan gitmeye henüz hazır değildim. daha görmediğim o kadar çok yer vardı ki, ne bileyim national gallery'yi bile gezmemiştim örneğin henüz, kensington gardens'ta oturup kitap okumamıştım. işin kötüsü green man'de yer yoktu ve başka bir hostel aramam gerekiyordu. neyseki beni, dünyanın en şanssız insanını, şaşırtan bir şey oldu ve hemen arka sokakta bir başka hostel buldum: brazen backpackers.günlüğü 14 pound ve 3 kişilik odalar. üstelik mikrodalgalı mutfağı da vardı, üstelik girişi yine pubtı :)


yeni hostelime taşındıktan sonra, british museum'a doğru yola çıktım. nasıl büyük bir müze! ama ne yalan söyleyeyim daha önce görmediğim bir şey yoktu içinde.nerede ingiliz kültürü? bir de itiraf etmem gerekirse italya'dan sonra beni hiçbir müzedeki hiçbir şey şaşırtmıyor. ama british museum'a haksızlık etmek istemiyorum. gezmeye daha hevesli olsaydım hayran kalacağımdan eminim..

british museum'da hızlı bir turdan ve biraz alışverişten sonra st. paul's cathedral'a gitmeye karar verdim. burası adını aslında hep duyduğumuz oldukça ünlü bir kilise, kraliyet düğünleri falan burada yapılıyor. st. paul's için söyleyeceğim tek şey, görkemli bir sadelik olacaktır. büyük sütunlar, geniş merdivenler.. ne bileyim vatikan'dan sonra.. sıradan buldum desem dünyanın en yüzeysel insanı olur muyum acaba? yüzlerce kilise gezdiğim için isteksizce ücretsiz girilen kısmında dolanıp dışarı çıktım. görkemli mi? evet. programa uymuyorsa illa da gezicem diye tutturmak gerekir mi? hayır.

iki yer gezdikten sonra hostelime döndüm çünkü haftanın yorgunluğu, yalnızlık hissi, londra'dan sonra ne yapacağım falan derken kafam gerçekten bir dünyaydı. pubta oturup biramı içerken uzun uzun düşündüm..

ertesi gün, yapmak istediğim hiçbir şey yoktu. hani öyle olur ya, yorulursunuz da artık bir dinlenmek istersiniz ya, öyle oldu işte. londra'daydım, param vardı, hevesim de vardı, ama yorgundum. sabah erken kalkıp costa coffee'de kahvaltı yaptım, hostelde oturmak bile istemedim. baker street'e doğru gitmeye karar verdim. çok ama çok güzeldi. ingiliz yağmuru altında yürüdüm, yarım saat, bir saat, bilmiyorum. yağmur, ıslak caddeler, kuzeyin evleri.. yürüdüm, yürüdüm, varmak istemedim. mutluydum..

günün ilerleyen saatlerinde keyfim yerine geldikten sonra bir arkadaşımla buluşup covent garden'da birkaç bira içip, yemek yedikten sonra, oxford street'e doğru yürüdük. covent garden'ı herkesin çok beğeneceğini düşünüyorum, asil, klası olan çok ama çok hoş bir yer. bir köşesinde (hep oradalardır gibi geliyor bana ama emin de değilim tabi), canlı müzik yapan bir grup müzisyen var ve insan dinlemeye doyamıyor desem yeridir.
üstelik tam hakim olamasam da konuya, orijinal şeylerde vardı burada gibi kalmış benim aklımda. ama kesinlikle ve kesinlikle es geçmemek lazım burayı. hiçbir şey bile yapmasanız, gidin görün, bir bardak bir şey için, bir lokma bir şey yiyin ya da yalnızca bir turlayın ama gidin :)

covent garden'ın ardından regent street'e ne amaçla gittiğimizi hiç ama hiç hatırlamıyorum ama iyiki de gitmişiz. daha önce bu caddeden birkaç defa geçmiş olsam da sanırım ne kadar güzel bir cadde olduğuna hiç gerçek anlamda dikkat etmemişim. bu kadar güzel bir simetriyle yapılmış bir yer ben daha görmedim. cadde aşağı doğru kıvrılıyor, o güzelim binalar da onun ritmine uymuş kıvrılmışlar. öyle güzel, öyle güzel. ve işin kötüsü hiç mi hiç resmini çekmemişim, ama demek istediğim şeyi anlatmak için temsili bir resmini koyacağım. işte böyle de güzel bir cadde.


regent street'te hamleys adlı devasa oyuncak dükkanını ziyaret etmeyi unutursanız üzülürsünüz. 5 (veya 6, 7?) katlı bu mağaza akla hayale gelebilecek her türlü oyuncağı bulabilceğiniz, burada bulamazsanız hiçbir yerde bulamayacağınız türden bir yer. o kadar güzel ki, her şey kategorilere ayrılmış, örneğin kız oyuncakları veya erkek oyuncakları veya peluş oyuncaklar. benim favori yerlerim tamamen harry potter'a ayrılmış bölümdü. süpürgeler, asalar, büyücü satrancı, 3 büyücü turnuvası kupası, cüppeler, ıvır zıvır aklınıza hayalinize gelmeyecek şeyler. veyahut narnia ile ilgili bölüm. veya doctor who'ya ayrılmış bölüm. veya hulk'a, veya örümcek adam'a veya bildiğiniz bilmediğiniz herhangi bir şeye dair bir bölüm. ve en güzeli her şey ele alınıp bir incelenebiliyor. mesela ayakla çalına bir klavye veya playstation'da bir oyun. bir sihirbazlık gösterisi, tepenizden geçen bir helikopter.. neler neler. burayı es geçmeyin, pişman olursunuz:)


bunlardan sonra..bir zaman gelince.. artık londra'dan gitme zamanım geldi. bir anda fark ettimki belirsizliği kaybolmuşluk hissini sevmiyorum ben.
metroya bindim. metronun bu kadar karışıkken, nasıl bir o kadar da pratik ve kolay olduğunu düşündüm. binince insan sanki dünyanın her yerine gidebilir gibi hissediyor. derken, bir anda kararımı verdim.. otobüse bindim, birmingham'da indim..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder