uzungöl'de solaklı deresinin tam kenarında cennet motel'in çayhanesinde oturmuş semaverden çayımı içerken aslında düşündüğüm şeyler internetin ne kadar hızlı olduğu, şarjımın yetip yetmeyeceği, derenin sesinin ne kadar yüksek olduğu, ışığın etrafında uçuşan minik kelebekler.. halbuki arkamda yemyeşil çam ormanları, minik minik göletler, birer gölge gibi devasa dağ siluetleri, köpüklü gürül gürül nehir, ilerde koyu karanlık uzungöl..
Sayfalar
28 Temmuz 2012 Cumartesi
15 Temmuz 2012 Pazar
avrupa'da gönüllü hizmet
avrupa gönüllü hizmeti (kısaca AGH veya ingilizce kısaltma olarak EVS -europen voluntary service-) herkesin duyduğu ama tam olarak ne olduğunu bilmediği, avrupa'da 18-30 yaş arası gençlere gönüllü olarak çalışma fırsatı sunan bir servistir.
türkiye'de bu işin genel sorumlusu ulusal ajanstır. linki http://www.ua.gov.tr/. gerekli tüm bilgileri bu siteden ayrıntılı şekilde edinebilirsiniz. (siteye bir göz atacaklar için unutmadan, ulusal ajans'ın avrupa gönüllü hizmeti bilgilendirme sayfasındaki başvuru tarihleri halihazırdaki projelere başvurmayı düşünenler için değil, kendi projesini sunmak isteyenler içindir.)
AGH projelerini sunan kurumlar, yatacak yer, yeme-içme, yol masraflarını karşılar, üzerine bir de minimum olsa da cep harçlığı verir. cep harçlıkları ülkelere göre değişse de aylık olarak 100-150 euroyu geçmez.
AGH'de haftada 30-35 saat çalışılır ve her hafta 2 gün, ayda artı 2 gün daha olmak üzere boş gününüz olur.
ingiltere hariç tüm ülkeler (ingiltere bu sorumluluktan kendini muaf tutmuştur), kendi dillerini öğretme yükümlülüğüne girmiştir. yani ispanya'da bir projeye gittiğinizde ispanyolca, almanya'ya bir projeye gittiğinizde almanca öğrenme şansınız olur. bu dil öğretimi haftalık çalışma saatine dahildir.
yani AGH, avrupa'da tüm masraflarınız karşılanacak şekilde, bir projeye katkı sağlayarak yaşayabileceğiniz muhteşem bir şeydir. yalnız önemli olan nokta, bunun bir tatil, uzun dönemli bir avrupa turu gibi algılanmaması gerektiğidir. çalışmanız ve değerinizi göstermeniz gerekir.
türkiye'de bu işin genel sorumlusu ulusal ajanstır. linki http://www.ua.gov.tr/. gerekli tüm bilgileri bu siteden ayrıntılı şekilde edinebilirsiniz. (siteye bir göz atacaklar için unutmadan, ulusal ajans'ın avrupa gönüllü hizmeti bilgilendirme sayfasındaki başvuru tarihleri halihazırdaki projelere başvurmayı düşünenler için değil, kendi projesini sunmak isteyenler içindir.)
AGH projelerini sunan kurumlar, yatacak yer, yeme-içme, yol masraflarını karşılar, üzerine bir de minimum olsa da cep harçlığı verir. cep harçlıkları ülkelere göre değişse de aylık olarak 100-150 euroyu geçmez.
AGH'de haftada 30-35 saat çalışılır ve her hafta 2 gün, ayda artı 2 gün daha olmak üzere boş gününüz olur.
ingiltere hariç tüm ülkeler (ingiltere bu sorumluluktan kendini muaf tutmuştur), kendi dillerini öğretme yükümlülüğüne girmiştir. yani ispanya'da bir projeye gittiğinizde ispanyolca, almanya'ya bir projeye gittiğinizde almanca öğrenme şansınız olur. bu dil öğretimi haftalık çalışma saatine dahildir.
yani AGH, avrupa'da tüm masraflarınız karşılanacak şekilde, bir projeye katkı sağlayarak yaşayabileceğiniz muhteşem bir şeydir. yalnız önemli olan nokta, bunun bir tatil, uzun dönemli bir avrupa turu gibi algılanmaması gerektiğidir. çalışmanız ve değerinizi göstermeniz gerekir.
13 Temmuz 2012 Cuma
birmingham mı, niçin?
insan londra'yı görür görmez seviyor, birmingham'daysa insanın içi bir yanlış yapmış hisiyle doluyor.
birmingham, alışverişi seven bünyeler için güzel bir şehir. bullring de en güzel alternatif. şehrin göbeğinde, istasyonla bağlantılı devasa bir alışveriş merkezi burası. yanında yöresinde minik minik outlet'ler, yakın caddelerde binbir çeşit mağazalar.. örneğin la senza'dan 1 pound'a iç çamaşırları almak mümkün. devasa kitapçılarıyla da kitapseverler için çok çeşitli imkanlar sunuyor.
11 Temmuz 2012 Çarşamba
kraliçeyle çay: londra bölüm 2.
bu hayatta beni en mutlu eden şeyi sorsalar, bir saniye dahi düşünmeden "beatles" derim. bu yüzden londra'ya gitmişken beatles'ın ayak izlerini takip etmemek sanırım olmayacaktır.
dördüncü günümde sabah erkenden kalkıp abbey road'a doğru yola çıktım avusturalyalı yeni arkadaşımla. abbey road, hostelime yürüyerek 20 dakika sürüyordu.sessiz, sakin, turist kalabalığından uzak bir yoldan üstelik de.
yürürken her yaya geçidinde burası olsa ne fark eder diye dalga geçti arkadaşım benimle ama farkı açıklamaya tenezzül dahi etmedim ben :)
abbey road, 40 yıl önce nasılsa hala öyleydi. sandım ki bir siyah araba duracak ve güle oynaya john, paul, ringo, george inecek arabadan, stüdyoya doğru koşturacaklar. zengin, bakımlı, ağaçlıklı çok ama çok güzel, güzelliğinden öte çok özel bir cadde.
yol boyunca yüzümdeki sırıtışa engel olamadım, bir araba çarpsa ölsem sanırım dünyanın en mutlu insanı olarak ölürdüm.
ünlü geçit, abbey road studios'un hemen önünde öyle karakterli duruyordu ki, sanki öneminden haberi vardı ve kasılıyordu gururla.
sabah çok erken olduğu için karşıdan karşıya geçerken fotoğraf çektirmeye çalışan fazla insan yoktu. bu yüzden 4 kişiyi tamamlayamadığım için de üzüldüm aslında. ama arkadaşım çok güzel resimlerimi çekti, mutluyken 15 kat daha mutlu oldum bende.

abbey road'da yaya geçidinin ve stüdyonun dışında başka bir şey yok. ama yakında (zaten yaşlı bir amca sürekli broşür dağıtıyor), bir beatles shop var. minnacık, miniminnacık bir dükkan, ama insanda öyle bir nostalji duygusu uyandırıyor ki o paha biçilemez, nostalji de beatles'la ilgili hikayeler anlatan yaşlı dükkan sahibi amcanın da çok ama çok büyük bir payı vardı tabi.
dördüncü günümde sabah erkenden kalkıp abbey road'a doğru yola çıktım avusturalyalı yeni arkadaşımla. abbey road, hostelime yürüyerek 20 dakika sürüyordu.sessiz, sakin, turist kalabalığından uzak bir yoldan üstelik de.
yürürken her yaya geçidinde burası olsa ne fark eder diye dalga geçti arkadaşım benimle ama farkı açıklamaya tenezzül dahi etmedim ben :)
yol boyunca yüzümdeki sırıtışa engel olamadım, bir araba çarpsa ölsem sanırım dünyanın en mutlu insanı olarak ölürdüm.
ünlü geçit, abbey road studios'un hemen önünde öyle karakterli duruyordu ki, sanki öneminden haberi vardı ve kasılıyordu gururla.
sabah çok erken olduğu için karşıdan karşıya geçerken fotoğraf çektirmeye çalışan fazla insan yoktu. bu yüzden 4 kişiyi tamamlayamadığım için de üzüldüm aslında. ama arkadaşım çok güzel resimlerimi çekti, mutluyken 15 kat daha mutlu oldum bende.
abbey road'da yaya geçidinin ve stüdyonun dışında başka bir şey yok. ama yakında (zaten yaşlı bir amca sürekli broşür dağıtıyor), bir beatles shop var. minnacık, miniminnacık bir dükkan, ama insanda öyle bir nostalji duygusu uyandırıyor ki o paha biçilemez, nostalji de beatles'la ilgili hikayeler anlatan yaşlı dükkan sahibi amcanın da çok ama çok büyük bir payı vardı tabi.
Etiketler:
abbey road,
british museum,
buckingham palace,
camden town,
covent garden,
hamleys,
hyde park,
regent street,
soho,
st. paul's cathedral,
the beatles,
the who shop,
tower of london,
upton park,
west ham united
10 Temmuz 2012 Salı
kraliçeyle çay: londra bölüm 1.
londra. gri bulutların altında kırmızı dekorlu gri bir şehir. yemyeşil parkları, kibar insanları, düzgün sokakları, görkemli meydanları, iki katlı otobüsleri, siyah taksileri. bir an yağmurlu, bir diğer an güneşten sapsarı. caddelerinde yürürken.. bir saniye en baştan.
sabah 5. taksideyim. hava hala karanlık. yalnızım ve korkuyorum. birkaç dakika sonra atatürk havalimanı dış hatlar kapısından içeri gireceğim.
güneşin doğuşunu göremedim, ama bekleme salonunda doğmuş olduğunu görüyorum. istanbul'da bulutsuz masmavi bir gün. orada da böyle olacak mı? yalnızlığın tahminimden zor geçeceğini göremiyor muyum hala?
güneşin doğuşunu göremedim, ama bekleme salonunda doğmuş olduğunu görüyorum. istanbul'da bulutsuz masmavi bir gün. orada da böyle olacak mı? yalnızlığın tahminimden zor geçeceğini göremiyor muyum hala?
3 saat sonra uçak londra'nın üzerinde alçalıyor, thames'i, köprüleri, binaları, yolları, yeşil-kahverengi yamalı tarlaları görebiliyorum. alçalıyor, alçalıyor.. kaptan pilot konuşuyor: "londra'da hava açık, az bulutlu, 15 derece"
15 dakika sonra heathrow airport'un uzun koridorlarından, nemli metro istasyonuna iniyorum. metro eski, öyle sallanıyorki, bir elim emektar bavulumda, diğer elimi nereye koymam gerektiğinden emin bile değilim, yüzümde engelleyemediğim bir sırıtış var, karşımda oturan iki adama gülümsüyorum, onlarda kuşkulu geri gülümsüyorlar.
edgware road'da metrodan iniyorum. hostelim, metroya bitişik çok şirin bir pubın üstü: green man. eşyalarımı bırakıp kendimi sokağa atıyorum. nereye gittiğimi bilmiyorum, haritam yok. rastgele yürüyorum. arabalar bakmaya alışık olduğum yönün tersinden geliyor, karşıdan karşıya geçerken tedirgin ve yavaşım. bir kahve içtikten sonra arkadaşımla buluşuyorum, trafalgar'a götürüyor beni, merdivenlerde oturuyoruz bira içiyoruz. hava bulutlu, hayalimdeki londra'nın içinde sanki neverland'de gibiyim, mutluyum.
Etiketler:
baker street,
edgware road,
gezi,
hostel,
ingiltere,
londra,
londra gezisi,
oxford street,
primark,
pub,
queen's walk,
sherlock holmes,
thames,
the green man,
westminster
2 Temmuz 2012 Pazartesi
peter pan
mezun olduğum bu günlerde içimde yine o eski telaşı duyuyorum: büyümek.
çocuklar hep büyümek ister, bense çocukken, büyümemeyi dilerdim. çok okuyan ve etrafını iyi gözlemleyen bir çocuk olduğumdan bunun yaşadığım dünyada mümkün olmadığının farkındaydım. büyümemenin tek ama tek bir yolu vardı: peter pan'i beklemek. peter pan'i ve beni neverland'e götüreceği o günü beklersem büyümekten kurtulabilirdim; çalışmak, okula gitmek, bir iş bulmak, evlenmek, sorumluluk almak zorunda kalmazdım o zaman, bütün vaktimi eğlenerek geçirebilirdim. korsanlarla savaşıp, denizkızlarıyla oynayıp, vahşilerle ittifaklar kurarak maceradan maceraya koşabilirdim. hem annemin sözünü dinlemek, temiz kıyafetler giymek, hava kararmadan eve dönmek zorunda da kalmazdım. belki tinker bell gibi bir perim de olurdu, onunla masmavi bir gökyüzünde bulutların içinde, yemyeşil ormanların, vadilerin, göllerin, mavi-yeşil denizin üzerinde özgürce uçardık, özgürce ve yalnızca mutlu şeyler düşünerek. çünkü neverland'da yalnızca peri tozu yetmez uçmak için, her çocuğun sahip olduğu gibi mutlu düşünceler tutar sizi havada.
peter pan'in gelebileceği umudu içimde öyle kuvvetliydi ki, geceler boyu penceremin önünde oturup gökyüzünü izlerdim, gökyüzünü izlemediğim zamanlardaysa kavalının sesini duymayı hayal ederdim. çünkü peter pan öyle güzel kaval çalar ki, perilerin kraliçesi bile hayran kalır ona ve ben dikkatle dinlersem duyabileceğimi düşünürdüm onu. hem neden olmasındı, neden gelmesindi beni almaya, wendy'si olabilirdim onun, ben de güzel hikayeler anlatırdım, kılıçlarla dövüşebilirdim.
sonra büyüdüğümü anladığım o anlar vardı. peter pan'in artık gelmeyeceğini, gelse bile onu göremeyeceğimi idrak ettiğim zamanlar. çok değer verdiğim ama aslında önemsiz eşyaları kaybettiğimde uzun uzun ağlardım. sonra bir fark etme anı, eğer büyümemiş olsam önemsemezdim, unutur giderdim. "altın kadar değerli bir şeyimi kaybettim peter, büyümek işte buna önem vermek"
çok geçti artık, ben büyümek zorundaydım ve asla neverland'e uçamayacaktım.
insan bir kere büyüyünce bir daha geri alamıyor zamanı.
çocuklar hep büyümek ister, bense çocukken, büyümemeyi dilerdim. çok okuyan ve etrafını iyi gözlemleyen bir çocuk olduğumdan bunun yaşadığım dünyada mümkün olmadığının farkındaydım. büyümemenin tek ama tek bir yolu vardı: peter pan'i beklemek. peter pan'i ve beni neverland'e götüreceği o günü beklersem büyümekten kurtulabilirdim; çalışmak, okula gitmek, bir iş bulmak, evlenmek, sorumluluk almak zorunda kalmazdım o zaman, bütün vaktimi eğlenerek geçirebilirdim. korsanlarla savaşıp, denizkızlarıyla oynayıp, vahşilerle ittifaklar kurarak maceradan maceraya koşabilirdim. hem annemin sözünü dinlemek, temiz kıyafetler giymek, hava kararmadan eve dönmek zorunda da kalmazdım. belki tinker bell gibi bir perim de olurdu, onunla masmavi bir gökyüzünde bulutların içinde, yemyeşil ormanların, vadilerin, göllerin, mavi-yeşil denizin üzerinde özgürce uçardık, özgürce ve yalnızca mutlu şeyler düşünerek. çünkü neverland'da yalnızca peri tozu yetmez uçmak için, her çocuğun sahip olduğu gibi mutlu düşünceler tutar sizi havada.
peter pan'in gelebileceği umudu içimde öyle kuvvetliydi ki, geceler boyu penceremin önünde oturup gökyüzünü izlerdim, gökyüzünü izlemediğim zamanlardaysa kavalının sesini duymayı hayal ederdim. çünkü peter pan öyle güzel kaval çalar ki, perilerin kraliçesi bile hayran kalır ona ve ben dikkatle dinlersem duyabileceğimi düşünürdüm onu. hem neden olmasındı, neden gelmesindi beni almaya, wendy'si olabilirdim onun, ben de güzel hikayeler anlatırdım, kılıçlarla dövüşebilirdim.
sonra büyüdüğümü anladığım o anlar vardı. peter pan'in artık gelmeyeceğini, gelse bile onu göremeyeceğimi idrak ettiğim zamanlar. çok değer verdiğim ama aslında önemsiz eşyaları kaybettiğimde uzun uzun ağlardım. sonra bir fark etme anı, eğer büyümemiş olsam önemsemezdim, unutur giderdim. "altın kadar değerli bir şeyimi kaybettim peter, büyümek işte buna önem vermek"
çok geçti artık, ben büyümek zorundaydım ve asla neverland'e uçamayacaktım.
insan bir kere büyüyünce bir daha geri alamıyor zamanı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)