Sayfalar
25 Temmuz 2015 Cumartesi
yazılıkaya
geçen yıl bu zamanlar, babam beni yazılıkaya'ya götürdü.
annemin köyünden babamın eski, bordo audisine bindik, bozkırda güneşten cayır cayır yanarak kuruyup sararan, yakılan, nadasa bırakılan tarlaların arasından, masmavi bulutsuz bir gökyüzünün altında eriyen tek şerit yamalı asfaltı arkamızda bırakarak hızla gidiyorduk. sivas'ta taş plaktan kasete oradan da cd'ye çektirdiği yanık, titrek de bir türkü çalıyordu arabada, bütün camlar açıktı, biz sessizdik.
önce sakarya nehri'nin doğduğu, topraktan çıkıp da coşarak ilerlerde büyükçe bir nehre dönüştüğü
yere sürdü arabayı babam. kavak ağaçlarından bir gölgenin altına park ettik arabayı, nehrin henüz bir dere olduğu tarafa doğru yürüdük. sığ suya masalar ve sandalyeler koymuşlardı, ayaklarında minik balıklar, kocaman balıklar ve kurbağa yavruları yüzüyordu. biz kıyısına oturduk. babam kiremitte alabalık söyledi, birer de kahverengi şişede buz gibi efes. karşılıklı oturduk, önce gerilere, sonra da ilerilere nehrin nehir olmaya başladığı yerlere ve uzamış dağınık sazlıklara baktık. etraf çepeçevre sarıydı. ilerde bir tarlanın sınırındaki uzun kavaklar görünüyordu ama güneşten kavruk tarlalar bomboştu. babam tabağına biraz alabalık aldı, gerisini bana bıraktı, yediğim en güzel balıktı. eskiden meriç nehri'nin kıyısında oturduğumuzda gün batarken, aşağıda balıklar restoranlar boyu birikirdi, babam henüz ufak olan bana bir koca ekmeği didikler balıklara atmam için verirdi, balıklar ekmeği yemek için üstüste çıkar birbirleriyle yarışırdı, ben gülerdim, ben güldükçe babam ekmek verirdi. sakarıbaşı'nda da verdi, bir koca dilim ekmeği aldı, parçalara böldü avucuma bıraktı, ben kıyıya gelen balıklara verdim. balıklar üstüste çıktı, ekmekleri yemek için birbirleriyle yarıştı. biraz daha büyük ekmek parçaları akıntıyla uzaklaşıyordu, kıyıya gelemeyecek kadar büyük bir balık da akıntının az ilerisinde ekmeklerin ağzına düşmesini bekliyordu. biz babamla gülüşüyorduk.
sonra biralarımız bitti, masamız temizlendi, biz eve gitmek için arabaya bindik. babam arabayı çalıştırdı, cd'den aynı yanık ve titrek ses yükseldi. biraz ilerde yol ikiye ayrılıyordu. bir taraf eskişehir'i gösteriyordu diğer taraf hattuşaş'ı. "ben yazılıkaya'yı hiç görmedim" dedim babama, "ben de hiç görmedim gidelim hadi" dedi, gittik.
bir tatar köyünün içinde, eski kerpiç evlerin arasına bıraktık arabayı, yükselmiş otların arasındaki merdivenlerden yazılıkaya'ya çıktık. girişte bir tabela vardı, babam çizgili polo yaka tişörtünün ön cebinden gözlüklerini çıkarıp taktı, yazıları okudu, orada bir bekçi vardı bekçiye sorular sordu, adam yalnızlıktan bunalmış bildiği ne varsa bir solukta anlattı, babam sessizce dinledi.
yazılıkaya metrelerce yüksek doğal bir taş duvarın üstüydü. başımızı kaldırıp boynumuz ağrıyana kadar hiyerogliflere baktık, babam bir toprak yığınının üzerine oturdu güneşten esmer elleriyle uzun bir marlbora yaktı. etrafta bizden başka kimseler yoktu. güneşten bunalınca yazılıkaya'nın yanındaki mağaraya girdi. burası kayanın içine oyulmuş bir oturma salonuydu, biz de oturduk. bekçi yeraltı tünellerine de girin dedi, babamın beli ağrıyordu, ayağını sürüyerek gezmek istemedi. içeride fotoğrafını çektim, sonra onu profil resmi yaptı.
ben gezinirken babam arabaya gidip bir dürbünle geri döndü, karşı tepelerdeki mağaralara baktık beraber. yıllar önce de şırnak habur'da sınır kapısının öte tarafındaki dağlardaki mağaralara bakmıştık ben onları hatırladım, bir şey demedim, babam da demedi.
tepenin kıyısında durduk, yaprak kımıldamıyordu, aşağıdaki köyde ne bir çocuk sesi ne bir kapı sesi ne bir nefes duyuluyordu. sanki biz de hiç yokmuşuz gibi, eski bir krallığın yıkıntılarında ne ben ne de babam sessizliği bir an olsun bölmedik. ve sanırım sessizlik hala bozulmadı.
onu çok özlediğimi söylemiş miydim?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder