bir şehri keşfetmek, keşfettikçe sevmek veya çok sevmek. nehir boyundan tepelere dek uzanan pastel bir tablo.. ve bu şehri sevmek..
bütün caddeleri defter sayfalarına çizilmiş kenar süsleri gibi, siyah beyaz bir tablonun işlemeleri gibi. titiz bir kadının elinden çıkmışçasına ince ince oyalanmış sanki bu şehrin sokakları. arnavut kaldırımlı ince yollar döne döne tepelere çıkıyor, eski zaman kalelerine, bembeyaz kilise kulelerine, kuğuların salına salına yüzdüğü minik göletlerin etrafında eski ağaçların hüküm sürdüğü parklara.. sonra nehre dönüyor tepelerde manzara, karşı kıyıya, okyanusa bakıyor. gökyüzü maviyse güneş kırmızı çatıların üzerinden yansıyor, şehir parlıyor. gün ışığından gözü kamaşıyor bakanın, kırmızıyla gölgeleniyor gözleri ama alamıyor kendini bakmaktan. ve ince ince yağmur yağıyorsa..sarı tramvayların kendi değil de gölgesi geçiyor gibi oluyor gri dekorundan şehrin.
şehir güzel ama kendine özgü güzelliği. başka güzel ülkelerin başka güzel şehirlerine benzemiyor hiç. çok başka, bambaşka. akşam olunca, eskinin gaz lambaları gibi tombul fanuslu ışık ışık lambalar sokak boyu mermer binaların alçak katlarında sıra sıra yanıyor. insanlar sokakları boşaltıyor, ışıklar dolduruyor yerlerini.

lizbon'u hakkıyla gezmenin en birinci -ve belki de en büyüleyici yolu: tramvay 28. bu eski deri koltuklu, minik, sarı, nostaljik tramvay lizbon'u bir baştan öbür başa dolaşıyor. yalnızca kendinin geçebileceği daracık sokaklardan -camdan elinizi çıkarsanız portekiz çinisi kaplı evlerin duvarlarına değebileceğiniz, bir pastanenin vitrininden bir parça pasta alabileceğiniz kadar onlara yakın-, dik bayırlardan aşağı, dik bayırlardan yukarı, keskin virajlardan hızla dönerek, sallana sallana, sarsa sarsa, deri eldivenli vatmanın eski demir kolu aheste çevirişiyle ilerleyip gidiyor. sarı tramvay daracık eski sokaklardan geçerken yoldaki insanlar duvarlara dayıyorlar sırtlarını kolları açık. martim moniz'den başlayan yolculuğu, prazeres'te son buluyor.
vatman son durakta aksanlı bir "finish!" diyor, insanlar iniyor, fotoğraflar çekiliyor. sonra kalabalık ne yapacağını bilemez halde durağın etrafında dolanıp geri dönmek için tekrar tramvay sırasına giriyor. ama siz, gezi kitabımdaki ufak uyarıyı hatırlayan ben gibi, yolun karşısına geçip prazares mezarlığına ilerleyin.

mezarlık mı dedim?! hay allah! buraya mezarlık demek, o güzelim anıtları, o müthiş tapınakları yapanların anasına babasına sövmekle bir benim için. burası her adımda insanı şaşırtan anıtlaştırılmış bir tapınak! camlarında perdesi olan minik mermer evler (içinde ölülerin yaşadığı!), minyatür kiliseler, çeşmeli, kubbeli anıt mezarlar.. hele ağaçlar! metrelerce yüksek, kocaman, yemyeşil yaşlı ağaçlar! cılız sonbahar güneşi delip geçiyor yapraklarını, mermer banklara gölgeleri düşüyor. yosun tutmuş yerler, turuncu ve sarı yapraklarla ünlü bir tablonun yansıması gibi. siz tam "çok güzel ama bu kadar yeter gideyim artık" derken mezarlık canlanıyor, konuşuyor ve sizi ileri yürümeye davet ediyor. aşağı doğru yürümeye devam ettiğinizde gördüğünüz şey yüzünden hızlanıyorsunuz: kıpkırmızı 25 nisan köprüsü, arkasında yemyeşil tepelerin üzerinde kollarını açarak yükselmiş isa heykeli, nehir ve şehir. bir tepeden bir şehri izlemek. istanbul'da bir tepeden boğazı izlemek bunun yanında değersizleşiyor adeta.
