Sayfalar

29 Ocak 2013 Salı

lizbon'da günler ve günler 1



gün erken başlıyor. keskin bir ayazla donan şehir gri bulutların altında soluk sarıdan mat bir tablo gibi. araya kırmızılar karışıyor, mavi çinilerle bütünleşiyor, uyumsuzluk olabileceği en estetik haliyle şehrin her köşesinden gözleri bayram ettiriyor.

aziz george'un kilisesi'ne giden 737 nolu minik castelo otobüsü figuera meydanından seyrek aralıklarla kalkıyor. yürüyebilirsiniz de, ama yollar dik tepelere tırmanırken nefesinizi yine de sakin tutabilir misiniz? santa cruz'a giden daracık taş yollar ve restore edilmiş o güzelim eski evler sizi yolunuzdan dönmeye çağırıyor, zamanına siz karar verin, çiniden renkli evlerin eşliğinde bu köyün daracık sokaklarında mı kaybolmak istiyorsunuz, yoksa sola devam edip dünyanın çatısındaki bu kaleyi mi görmek istiyorsunuz önce?
figueria meydanına st george's castle'dan bakış

dünyanın en yüzeysel insanı diyebilirsiniz benim için ama ben kendi adıma kalelere pek düşkün değilimdir. hepsi birbirinin aynı soğuk taşların içinde yürüyüp durmak niye? artık yaşamıyorum diye bağırıyor kaleler, ama bir yandan da neden bu keskin tepenin üzerine dizmişler taşlarımı ne vadediyorum görmek istemiyor musun diye de ekliyorlar. bir keşif gezisine karşı koyamam, hele bin yaşındaki gizemin çağrısına asla.

28 Ocak 2013 Pazartesi

lizbon'da uzun bir ilk günün devamı



estrela'dan bindiğiniz tramvay sallana sallana sizi geniş bir meydana getirdiğinde, tramvaydan inin. bulunduğunuz yer şehrin asıl merkezi, kelime anlamı da tam olarak bu demek olan baxia'dasınız. ayrıca bairro alto (gündüz oldukça hareketsiz, geceyse eğlencenin merkezi) ve chiado'da burada. burası entelektüel kesimin çay kahve içip sanat sohbeti yaptığı yer. aynı zamanda gece hayatının, alışverişin ve turistik gezilerin merkezi. tüm bunlara rağmen özellikle gidip görmeniz gereken bir şey yok burada, sadece sokaklarda yürüyün.

 meydandaki metro girişinin karşısındaki kafe lizbon sanatçılarının ve özentilerinin takıldığı kafe imiş. her ne kadar her saat müdavimler ve turistlerle dolu olsa da yer bulabilirseniz oturup bir super bock birası veya bir bica kahvesi için, etrafı izleyin. (eğer burası sizin için fazla kalabalık veya pahalı ise hemen karşıdaki camoes meydanındaki minik büfede oturun, aynı keyfi verecektir.)

santa justa asansörü
yeterince oturduysanız, artık kalkın ve kafelerin önündeki yokuştan aşağı doğru yürüyün. buralar alışveriş yapılacak yerlerle dolu. yolun bitiminde avm'ye benzemeyen bir avm var, sokağın solundaysa mağazalar aşağı kadar devam ediyor. yolun bitimindeyse karşımıza şehrin simgelerinden biri çıkıyor: santa justa asansörü. metal bağlantılarıyla bu asansör, bol yokuşlu lizbon'un altını üstüne bağlıyor. bu asansöre bindiğinizde lizbon'da yapılması gereken ikinci en önemli şeyi de gerçekleştirmiş olacaksınız, tebrik ederim :)

24 Ocak 2013 Perşembe

holmesvari bir inceleme daha



conan doyle, reichenbach şelalesine doğru tırmanırken arkadaşlarına "onu öldürücem" diye açıklıyor kararını "yoksa o beni öldürecek."
ölesiye, öldüresiye nefret ediyor sherlock'tan. kariyerinin önünde bir engel sherlock, yersizce ünlenmiş saçma bir mürekkep kahraman. bir cinayet planlayacak kadar çok nefret ediyor ondan. ama bir nefsi müdafaa olacak bu, onu öldürmek zorunda, yoksa o kendisini öldürecek. aşağıda köpüren şelaleye hızla soluklanarak bakıyor ve kararı kesin.

ve öldürüyor sherlock'u. ingiltere çalkalanıyor. sokakta insanlar siyah kurdele bağlanmış kollarıyla açık bir mesaj veriyor "yastayız". günlük gazeteler ölümü büyük puntolarla ilan ediyor, ilan bölümlerinde başsağlığı dilekleri tam sayfa. bütün ülke nefret ediyor conan doyle'dan. o'ysa huzurlu. nihayet, sonunda, en sonunda kurtuldu ondan. hiçbir ölümün ona bu kadar huzur verebileceğini tasavvur edememişti önceden, oysa içindeki bu rahatlama hissi..

13 Ocak 2013 Pazar

lizbon'da ilk gün

bir şehri keşfetmek, keşfettikçe sevmek veya çok sevmek. nehir boyundan tepelere dek uzanan pastel bir tablo.. ve bu şehri sevmek..

bütün caddeleri defter sayfalarına çizilmiş kenar süsleri gibi, siyah beyaz bir tablonun işlemeleri gibi. titiz bir kadının elinden çıkmışçasına ince ince oyalanmış sanki bu şehrin sokakları. arnavut kaldırımlı ince yollar döne döne tepelere çıkıyor, eski zaman kalelerine, bembeyaz kilise kulelerine, kuğuların salına salına yüzdüğü minik göletlerin etrafında eski ağaçların hüküm sürdüğü parklara.. sonra nehre dönüyor tepelerde manzara, karşı kıyıya, okyanusa bakıyor. gökyüzü maviyse güneş kırmızı çatıların üzerinden yansıyor, şehir parlıyor. gün ışığından gözü kamaşıyor bakanın, kırmızıyla gölgeleniyor gözleri ama alamıyor kendini bakmaktan. ve ince ince yağmur yağıyorsa..sarı tramvayların kendi değil de gölgesi geçiyor gibi oluyor gri dekorundan şehrin.

şehir güzel ama kendine özgü güzelliği. başka güzel ülkelerin başka güzel şehirlerine benzemiyor hiç. çok başka, bambaşka. akşam olunca, eskinin gaz lambaları gibi tombul fanuslu ışık ışık lambalar sokak boyu mermer binaların alçak katlarında sıra sıra yanıyor. insanlar sokakları boşaltıyor, ışıklar dolduruyor yerlerini.

lizbon'u hakkıyla gezmenin en birinci -ve belki de en büyüleyici yolu: tramvay 28. bu eski deri koltuklu, minik, sarı, nostaljik tramvay lizbon'u bir baştan öbür başa dolaşıyor. yalnızca kendinin geçebileceği daracık sokaklardan -camdan elinizi çıkarsanız portekiz çinisi kaplı evlerin duvarlarına değebileceğiniz, bir pastanenin vitrininden bir parça pasta alabileceğiniz kadar onlara yakın-, dik bayırlardan aşağı, dik bayırlardan yukarı, keskin virajlardan hızla dönerek, sallana sallana, sarsa sarsa, deri eldivenli vatmanın eski demir kolu aheste çevirişiyle ilerleyip gidiyor. sarı tramvay daracık eski sokaklardan geçerken yoldaki insanlar duvarlara dayıyorlar sırtlarını kolları açık. martim moniz'den başlayan yolculuğu, prazeres'te son buluyor.

vatman son durakta aksanlı bir "finish!" diyor, insanlar iniyor, fotoğraflar çekiliyor. sonra kalabalık ne yapacağını bilemez halde durağın etrafında dolanıp geri dönmek için tekrar tramvay sırasına giriyor. ama siz, gezi kitabımdaki ufak uyarıyı hatırlayan ben gibi, yolun karşısına geçip prazares mezarlığına ilerleyin.
 mezarlık mı dedim?! hay allah! buraya mezarlık demek, o güzelim anıtları, o müthiş tapınakları yapanların anasına babasına sövmekle bir benim için. burası her adımda insanı şaşırtan anıtlaştırılmış bir tapınak! camlarında perdesi olan minik mermer evler (içinde ölülerin yaşadığı!), minyatür kiliseler, çeşmeli, kubbeli anıt mezarlar.. hele ağaçlar! metrelerce yüksek, kocaman, yemyeşil yaşlı ağaçlar! cılız sonbahar güneşi delip geçiyor yapraklarını, mermer banklara gölgeleri düşüyor. yosun tutmuş yerler, turuncu ve sarı yapraklarla ünlü bir tablonun yansıması gibi. siz tam "çok güzel ama bu kadar yeter gideyim artık" derken mezarlık canlanıyor, konuşuyor ve sizi ileri yürümeye davet ediyor. aşağı doğru yürümeye devam ettiğinizde gördüğünüz şey yüzünden hızlanıyorsunuz: kıpkırmızı 25 nisan köprüsü, arkasında yemyeşil tepelerin üzerinde kollarını açarak yükselmiş isa heykeli, nehir ve şehir. bir tepeden bir şehri izlemek. istanbul'da bir tepeden boğazı izlemek bunun yanında değersizleşiyor adeta.

11 Ocak 2013 Cuma

özgür mü bir kuşun hatıratı?

zaman hızla geçiyor; takvimi duraklatmanın bir yolu var mıdır? dakikalar saatleri kovalıyor, saat bir an yediyken bir diğer an akşamı gösteriyor. mutsuzum.

birkaç saat önce ince yağmur damlalarına bakıp nasıl da özgür olduğumu düşündüm, rüzgarı ve yağmuru kanatları altına almış uçup giden bir kuş kadar özgür. sonra, özgürlüğün böyle bir şey mi olduğunu düşünürken buldum kendimi. zamana sahip olmak nasıl ki onun efendisi yapmıyorsa beni, tüm kafamda özgür olduğumu düşünmek de beni özgür kılmıyor sanırım.

özgür mü bir kuşun hatıratı?

gri-beyaz gökyüzü ileride şehrin hala beyaz beyaz çatılı evleriyle buluşuyor. kuşlar uçuyor önünden manzaranın. hem bu manzaranın bir parçası hem de ta kendisi kafamdaki özgür olma fikri. bu düşünceyi, bir düşünceyi başlı başına,  önlemek olanaksız. fakat, durdurma gücüm olsaydı zamanı, işte şu an yapardım bunu. önümde uzayıp giden manzara, biraz yağmur, bir parça gri gök, düşüncemde özgürlük.